Zulümden Adalete

Zulüm, “bir şeyi, ona âit olmayan yere koymak” demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de 200’den fazla yerde zulüm kavramı “küfür”, “şirk” veya “Allâh’ın hükümlerini çiğneme, günah işleme”, yirmiyi aşkın âyette ise, “beşerî münasebetlerde haksızlığa sapma” mânâsında kullanılmıştır.

Bu sayı farkları da zulmün asıl mahiyetinin mânevî olduğuna işaret eder. İnsanların birbirine yaptığı zulüm ve eziyet, aslında oldukça sınırlı ve zayıftır. Kişi ölünce, ona karşı yapılabilecek zulümler biter.

* * *

İnsanın esasen yapabileceği en büyük zulüm, kendine yaptığıdır. İnsan, kendini cehennemlik eder! İnsan, kendini sonsuz bedbahtlığa mahkûm eder.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in evden çıkarken:

“Bismillâh, Allâh’a sığındım. Allâh’ım! Hata yapmaktan, yanlış yollara sapmaktan, zulmetmekten ve zulme uğramaktan, câhillik etmekten ve câhilliğe mâruz kalmaktan Sana sığınırım.” şeklinde duâ ettiği rivayet edilir. (Bkz: Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI, 306; Tirmizî, Deavât, 34)

Efendimizin bu duâsına benzer bir şekilde, âyet-i kerîmede de zulüm ve câhillik birlikte zikredilir:

“Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (mesûliyetinden) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o, çok zâlim, çok câhildir.” (el-Ahzâb, 72)

Zulmün zıddı olan adâlet, aynı zamanda “amel-i sâlih” mânâsında kullanıldığından, zulme düşmemek için bolca sâlih amel işlemeye gayret etmek gerekmektedir.

Cehlin zıddı ise, “ilim”dir. İnsan pek çok hatayı, câhilliğinden ötürü yapar. Bu yüzden ilim, zulme karşı en büyük silahlarımızdandır.

“İlmiyle amel edene, Allah bilmediğini öğretir.” (Ebû Nuaym, Hilyetu’l-Evliyâ, X, 15) hadîsi, zulme karşı ilim öğrenme ve ilmi uygulamaya koymanın bizi hayır ve güzelliklere sevk edeceğine işaret etmektedir.

Dünyada hiçbir şey durağan hâlde değildir, her varlık kendi çapında hareket hâlindedir. Böyle bir kâinatta insanın bir an dahî durması, onun fıtratına aykırı olacağı için rûhî buhranlara düşmesine sebep olacaktır. İslâm’ın bu yönden mükemmel bir işleyişi vardır, insana tâkati ölçüsünde yeni gayret kapıları açar. O hâlde öğrenmeye, öğrendiklerimizi yaşamaya ve bu sayede tekrar tekrar öğrenmeye ihtiyaç vardır. Ve bu hâl, bizi hem cehâletten ve hem de zulümden koruyacak mühim bir yoldur.

* * *

Zulmün en tehlikeli şekillerinden birisi de, îman ve ilim sahibi kimselerin önder mevkîde bulunurken farkında olarak veya olmayarak dîni yanlış tanımaları, tanıtmaları, yaşama ve öğretme gayretleridir. Allâh’ın indirdiği ve insanları kurtuluşa çağırdığı din, bir tanedir, o da İslâm’dır. İslâm’ı yanlış öğrenmek, öğretmek ya da doğruyu bile bile tahrif etmek ve gizlemek; aslında Allâh’a iftira atmak, O’na ulaşmayı zorlaştırmak ve insanların saf inanç ve bağlılıklarını istismar etmek demektir. Bu da ulaşılan insan sayısınca zulme girmek demektir.

Belki insan, art niyet ve haksızlıkla bu kadar kişinin canına kast etse, daha az günaha girer. Çünkü mazlûmen öldürülen mü’minler, cennete girerler. Ama îmanları tahrife uğramış, mü’min olduklarını zannettikleri hâlde îmandan mahrum kalmış kimseler hem bu dünyada, hem de âhirette kaybetmişler demektir ki, bu ise başlı başına en büyük zulümlerden biridir. Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok yerinde kendisine dünyada “rehber” kabul ettiği kimselerle o liderlerin arkasından yürüyenlerin kavga ve tartışmaları anlatılmaktadır. Elbette insanların âhiretini kaybetmesine sebep olacak bu zulüm de yabana atılır bir zulüm çeşidi değildir.

Bu elim neticede lider, âlim ve atalarını hiç sorgulamaksızın taassupla takip eden “akılsız” ve “câhil” kişilerin sorumluluğu azalmaz belki, ama bu akılsızlardan menfaat ve itibar temin etmek için arkasına bir “sürü”yü takmış olan kimselerin vebali de, saptırdığı kimseler nisbetinde katlanır. Bu Allâh’ın şaşmaz adaletidir.

* * *

Zulmün diğer bir şekli de sevme, öğrenme, hayranlık duyma ve bir şey uğruna fedakârlık yapma meylimizi, yanlış kişi ve kurumlara yöneltmemizdir. Duygu ve düşünce kabiliyetlerimizi köreltmemiz, onları yerinde kullanmamamızdır.

Allah, kalbimiz ile İslâm’ı, yapboz parçaları gibi birbirini tamamlayacak şekilde yaratmıştır. İçimizde sevgi de, nefret de, coşku da öfke de vardır. Ve bunların varlığı, insanı insan yapar. Ancak bu duyguları yerli yerince ve gerektiği nisbette kullandığımız sürece… Bunlar doğru yerde ve doğru miktarda kullanıldıkça zulümden kurtulup kemâle varılır.

* * *

Zulmün bir başka ve genişlemiş mekanizması, onun devlet eliyle işlenmesidir. Nizâmü’l-Mülk’ün devletin bekâsı için tavsiyelerinden oluşan Siyasetnâme’sinde, “Küfür ile belki, ama zulüm ile âbâd olmaz devlet.” ifadesi yer alır.

Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ilk hicret edeceklere, hıristiyan, fakat âdil bir hükümdar tarafından yönetilen Habeşistan’ı işaret etmesi de mü’minlere rehberlik edecek vasıftadır. Zira adâlet, hem mülkün, hem İslâm’ın temelidir. Hakikat, ancak hakkı teslim eden yüreklerde yeşerebilir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- en faziletli cihâdın “zâlim bir hükümdar karşısında hak sözü söylemek olduğunu” ifade buyurmuştur. (Bkz: İbn-i Mâce, Fiten, 20; Nesâî, Biat, 37) Böyle çetin bir cihâdı seçenlerin çektikleri eziyetler ve gördükleri işkence örnekleri, bizim tarihimizde de mevcuttur. Evet, âdil olmak zordur. Adâleti korumak ise, çok daha zordur.

* * *

Âdil olmak zordur, ama Allâh’ı seven ve O’ndan korkan bir yürek için âdil olmamak, zâlim olmak daha zordur. Çünkü insan, mahkemesini kendi kalbinde taşır. Bu mahkeme, vicdandır. Nurettin Topçu’nun ifadesi ile:

“-Vicdan, Cenâb-ı Hakk’ın kalbimizdeki sesidir.”

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ey îman edenler! Eğer Allah’tan korkarsanız, O, size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah lütuf sahibidir.” (el-Enfâl, 29)

Zulme karşı korkusuzca durabilmek, asıl korkulacak şeyi fark edebilmekten geçer. Bu dünyanın çile, sıkıntı ve musibetleri fânîdir. Ne kadar büyük olursa olsun ve ne kadar uzun sürerse sürsün er-geç biter. Ama Allâh’ın azâbı ve cezâsı, sonsuz bir hayatta gerçekleşir. O azabı düşünen, bu dünyada karşılaşacağı eziyet ve haksızlıklara rahatlıkla göğüs gerer.

Başka bir ifadeyle fizikî cihâdın gerçekleşebilmesi için mücâhid bir kalbe ihtiyaç vardır. Kalp cihâdı sevmedikçe, beden cihad meydanına koşmaz!..

Zorluklar seferi Tebük’ten dönüş yolunda Efendimizin, “Şimdi küçük cihaddan büyük cihâda dönüyoruz!” sözü, bu kalbî cihâdın önemine işaret eder.

* * *

Dünya üzerindeki zulme karşı durabilmeyi, vicdan taşıyan müslümanlar olarak çok istiyoruz. Ama zaferi elde edebilmek için, muzaffer olmaya lâyık olmamız gerekir. Nasıl ki çok değerli bir mücevher, aklı başında olmayan bir kimseye emanet edilmezse, İslâm sancağı da onu hakkıyla taşıyabilecek kadar kendine vâkıf biri çıkana dek kimseye teslim edilmeyecektir.

Dünyadaki zulümlere engel olmak istiyorsak, bize düşen vazife, büyük cihadımızda daim güçlü mücâhid ve mücâhideler olmamızdır. Allah adâleti ayakta tutma ve zulme mânî olma yolunda hizmetkâr ve şehid olmayı cümlemize nasîp etsin! Âmîn.

PAYLAŞ:                

Rukiyye Gönüllü

Rukiyye Gönüllü

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle