Zuhûr-U Pîr-İ Mîmaran

“Zâtı uluhiyyetim hakkı için

Güneşe, onun kuşluk vaktindeki aydınlığına

Güneşi takip ettiğinde Ay’a

Onu açığa çıkarttığında gündüze

Onu örttüğünde geceye

Gökyüzüne ve onu bina edene

Yere ve ona birtakım kabiliyetler verip de 

Fücur ve takvâsını ilham edene kasem olsun ki;

Nefsini kötülüklerden arındıran, mutlaka felâha ermiş, onu kötülüklere gömen de elbette hüsrana uğramıştır.” (Şems, 1-10)

***

İnsan… Vatan-ı aslîsinden gurbet diyârına, ruh sıfatından beden kaydına sürgün edilen bir avuç toprak, bir damla su… 

Acz ile zaman çizgisinin zuhûrunda, zâtına verilen sırla, “Habli’l-verîd” atışlarını endişeyle dinleyen insan… 

“Andolsun ki, insanı Biz yarattık, nefsinin onu ne ile vesvese verdiğini biliriz ve Biz ona habl-i verîdden (şah damarından) daha yakınız.” (Kaf, 16)

Ve önüne serilen öyle bir kâinat ki; kendisinin şerh edildiği bir sûretler penceresi. Hangisine uzansa eli, kendini bulacağı bu âleme halîfe vasfıyla geliyor insan. Îmar etsin diye kendini, îmar etsin diye kâinatın her vechesini…

Her îmarı ile eserinin mîmarıdır insan. Müspet ya da menfî ne olsa herkes dikiyor kendi vasfınca imâretlerini. Ne yapıyorsak kendimizi koyuyoruz ortaya. Hakîkî îmar ise O’nun sanatına hayran kalıp lâl olmak, acz ile dokundurmak çizgilerini. Kalemi kırmadan, muhayyileyi daraltmadan, Sevgili’yi daraltmadan nazar kılıp âleme, sevgi aşılayacak bir kucak yapı sunmaktır insanlığın istifadesine... İster bu yapıya gönül deyin, ister îmar-ı şahane... İsterseniz meczedin ikisini de bir sûret çıksın karşınıza. Adına, “Pîr-i mîmarân” dedikleri kadîm bir sandıktan Mîmar Sinan ismi çıkıversin. Sonra, ismi dahî okşasın yüreğinizi.

Mîmar Sinan, Rahmân’ın El-Musavvir sıfatının en derin tecellîleriyle yoğrulmuş bir aşk mektebi. Nakış nakış işlenen su olsun, taş olsun… Birdir onun mâhir elinde. Süleymaniye’si Sırr-ı Sinan’dır. Âb-ı hayat içmişçesine ölümsüzlüğü muştulamaktadır. 

Minâreler kalem kalem uzanırken sonsuzluğa, Allâhu Ekber nidâsı semanın dîdelerini sürmeler. Gökler, O’nun kubbesinin âyinesinde kendini izler.

Felâha eren nefse, felâha ersinler diye nefislere “Hayyâle’l-Felâh” der, Sinan’ın devâsâ kalemleri. Haydi felâha, haydi kurtuluşa, arınmaya... Zincirlerini kırıp nefsin; durun takvâ adına kıyama. Varın o hal ile yüce Huzûra… 

Kubbeleri sema gibi kuşatırken rahmeti, bir bilge kişi edasıyla arz-ı endam eder durur. Gökler, Mîrac’a çıkan o güzeller güzelinin ayağının tozundan pırıltılar döktükçe üzerine tezkiye bulur, füyûzâta gark olur.  Bu hâli temâşâ ile minarelerin sadâsı dahî sükût bulur. O arınmış, güzîde Dostun huzûrunda teedüble durun.

Haşmet dolu oymalı kapısı açılınca binbir sürurla, sizi kucaklayan Sinan’ın aşk mektebi, gönül âlemi olur. Bastığınız her zerreden bir mânâ fışkırır, Kıble’ye yöneldiğimiz an minber tarafından bir “Edeb ya Hu” fısıltısı ulaşır yüreğinize. Zira minber Cebrail’dir. Huzurda nasıl durulur o bilir. Biraz daha yaklaşsanız… O tesellîcidir. Şefkatle okşarken yüreğimizi “Bu da geçer yâ Hû” demeyi öğretir.

Minberden kubbeye yükselen Kelâm-ı İlahîdir. Vahyi muştularken o Nebî’nin kubbesine, kubbeden üzerinize yağan Bilâl’in yanık nağmeli ilahi terennümleridir. Zîra kubbe, o biricik Nebî’dir. Onun kalp semasında yankılanan Kelâm-ı Kadîme Süleymaniye gibi tüm âlem de mesttir.

O muazzam dört sütun Çehâr Yar-ı Güzîn: Hazret-i Ebûbekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali’dir. Duruşlarındaki azametle cengaver, kubbeye uzandıkları noktada ise aşk ile divânedir.

Loşluğuyla esrar ufkuna açılırken, o, tüm hâliyle sadef içindeki incidir. Kesretten vahdete yol olmanın huzûru, vahdetten kesrete bir gül goncası gibi açılmanın sürûrudur.

Semavâtı nakşederken bu ebedî tahayyül, kubbeler açılıp Beytü’l Mamûr’u arar ve salar gökkuşağı rengindeki tılsımını. İşte bakın… Bu saçılan, buğusu ince kavislerle gönül âleminize uçan Sinan’ın derunî zarâfetidir. Nisan yağmurlarıyla ağlayan İstanbul’un neşve-i nevbahar bulması gibi bereketli leyyin bir akıştır bu. Hâlık ve sanatın birleştiği noktada kul vasfınca elini ve yüreğini yıkayıp bediî bir âleme dalmanın adıdır bu.

Kubbesine yoğun rahmet, ellerini açıp duâya duran bir demet minâre, bağrında Sırr-ı Sinan. Ve her nazar edene der: Uyan!..

Bir göz kamaşması, bir gül buğusu… Bir de bakarsınız Süleymaniye’nin yerinde tebessümle durur Koca Sinan!

Zuhûr-u Pîr-i Mîmâran…

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle