Bu yazımızda, birbirine zıt iki anlayışı gündeme getirmek niyetindeyiz. Bugün artık hastalık hâline gelmiş olan “dünyevîleşme”, ancak “zühd” anlayışına sahip olma ile giderilebileceği için, başlığımızı da ona göre attık.
Bilindiği üzere “zühd”, tasavvufî bir kavramdır. Hakikî mânâsıyla zühd, “kişinin eşyaya sahip olmaması değil, eşyanın kişiye sahip olmaması”dır. Yani dünya sevgisinin kişinin gönlüne girip ona, Allah Teâlâ’yı, emirlerini ve âhireti unutturmamasıdır.
Zühd lügatte; “soğuk davranmak, herhangi bir şeye meyletmemek, azla yetinmek” mânâlarına gelir. Zühd, tamamıyla dünyadan el etek çekmek değildir. Böyle bir anlayış, zaten İslâm’da yoktur. Zühdde “kişinin iç âlemini, dünyanın istilâ etmesine izin verilmemesi”, aynı zamanda “dünyanın kişiyi Rabbinden uzaklaştırmama hâli” vardır.
Zühd, “takvâ” ile de alâkalıdır. Takvâ anlayışında, mü’minin ahlâkî ve şahsiyet anlamında bozulmaktan, kendini dağıtmaktan berî kılan, bir “toplayıcılık” fazîleti hâkimdir. Zühd takvâyı artırır, besler ve güzelleştirir.
Yüce Kur’ân’da “zühd” kavramı geçmez. Ama “geçici, fânî şeylere önem vermemek, âhireti dünyaya tercih etmek” gibi prensipler, Kur’ân-ı Azîmüşşân’da yer almaktadır.
İslâm’a göre, dünya ve âhiret, birbirini tamamlar. İslâm birine önem verip diğerinin tamamıyla bırakılmasını istemez. “Dünyada iyilik, âhirette de iyilik” anlayışı duâ olarak dillere yansır. Ancak Kur’ân; dünya hayatına dâir kulları uyarır; mal, evlât ve zenginlik gibi varlıkların insanla olan münasebeti sorgulanır, kişinin dünya için âhiretini terk etmesi, sorumluluktan kaçması ise yerilir.
“Kadınlardan, oğullardan, kantarlarca yığılmış altın ve gümüşten, (otlağa) salınmış atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere düşkünlük, insanlara süslü (câzip) gösterildi. Bunlar sadece dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allâh’ın yanındadır.” (Âl-i İmrân, 14)
“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. İttikâ edenler, (Allâh’ın azâbından korkanlar) için elbette âhiret yurdu daha hayırlıdır. (Dünya hayatının fânîliğine) hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?” (el-En’âm, 32)
Kur’ân-ı Kerîm’de dünyanın zemmedilmesi, insanın dünyaya olan meylinden dolayıdır. Âyetlerde bahsedildiği üzere, Cenâb-ı Hak mü’minleri, aşırı hırs ve dünyaya çokça meyletme hususunda uyarır.
İnsan, ebedî saâdetini kazanmak maksadıyla, imtihan edilmek üzere dünyaya gönderilmiştir. Bu hakîkatten hareketle, zühd ve dünyevîleşme mevzuunda aslolan, insanın dünyaya meyletmemesi ve dünyaya aşırı düşkünlük göstermemesidir. Helâl çerçevede dünyadan nasîbini almak, ihtiyaca da keyfe de kâfidir. “Aşırıya kaçma” durumu, nefsin isteklerine gem vurulamaması hâlidir. Bu sebeple müslümanlar, hayat boyu devam edecek büyük cihad olan, “nefsini eğitme işini” aslâ hafife almamalıdırlar.
Dünya ve âhiretin Asil Peygamberi -aleyhissalâtü vesselâm-’ın kendisine has bir zühd hayatı vardı. O kâmil kul, peygamberliğin ilk senelerinde fakirlik içindeydi, bu el-hak doğrudur. Ama ilerleyen senelerde Arap Yarımadası’nın bütününe hâkim olacak güce gelindiğinde de, yine aynı zâhidâne hayatını muhafaza eden Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraberindekiler, bizlere günümüze dâir ehemmiyetli mesajlar verirler.
Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm- çokça mal-mülk sahibi olabilecek durumdayken, onu tercih etmedi, sade ve mütevâzı bir hayatı yeğledi. Mal biriktirmedi, ganimetleri fakir-fukarâya dağıttı. İçtimâî hayatta O hep çevresindekilere vermeyi, cömertliği ve paylaşmayı tavsiye etti. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-, insanları dâimâ dünyaya tamah etmekten, lüks ve israftan sakındırmış, her zaman îtidâl ölçüleri içinde yaşamanın mü’minler için daha uygun olduğunu anlatmıştır.
Ancak bunlar yanlış anlaşılmamalı. “Âhiret mutluğu için dünyadan vazgeçelim!”, denilmiyor. Dünyadan, “Yüce Kur’ân’ın ve Rasûlullâh’ın gösterdiği ölçülerde faydalanılsın!” deniliyor.
Asr-ı saâdet devrindeki sade ve mütevâzı hayat, bilhassa Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın âhirete irtihâlinden sonra yavaş yavaş değişmeye başlamıştı. Yeni fethedilen ülkelerle birlikte maddî gelir seviyesinin yükselmesiyle, özellikle yeni müslüman olan insanlar, tam olarak İslâm’ı kavrayamadıklarından, mü’minler arasında bir dünyevîleşme hareketi başlamıştı. Giderek bu hâlin yaygınlaşması üzerine bilhassa tasavvuf erbâbı kişiler, bu duruma râzı olmadıklarının belirtisi olarak zâhidâne hayat yaşama adına, kaba yünden giysiler giymiş, böylece dünyaya değer vermediklerini göstermek istemişlerdi.
Bugün de yaşadığımız devirde, eskiye oranla artan hayat standartları, insanları lükse dalmaya, israfa kaymaya meylettirmiştir. Bir tarafta yiyecek bulamayanlar, bir yanda zevk u sefâ içinde yaşayan birbirine tezat hayatlar var. Mü’minler dahî bugün ihtiyaçlarını belirlerken, Kur’ân ve Sünnet’in gösterdiği nezih ve mütevâzı ölçüleri değil, gündemin dayattığı israf ve gösterişe kaçan bir hayat tarzını seçiyorlar.
Günümüzde maalesef “dünyevîleşme” artık umûmî bir hastalık hâlini almıştır. Bu hastalık insanı rûhen öldürür, vicdanı körleştirir, insanı mânâya karşı duyarsızlaştırır. Kişiyi kibre, gurura, büyüklenmeye, acımasızlığa götürür. İnsanlar sahip olduğu imkânları kaybetmemek için olmadık şeyleri yaparlar, hak-hukuk ihlallerine yeltenirler, israfa dalarlar, lükse kayarlar, gösteriş yaparlar. İslâm’da bunlar, aslâ ve aslâ tasvip edilmez. O hâlde bir müslüman, dîninin tasvip etmediği şeyleri nasıl yapabilir?
Müslümanlar, dünyanın çekiciliğine kaydıklarında, hayatlarının îmânî, ahlâkî, ticârî ve içtimâî yönlerinde pek çok sapma gösterebiliyorlar. Bu şekilde dikkatsizce yaşanan hayatlar neticesinde oluşan sapmalar, elbette İslâm düşmanlarının eline malzeme oluyor. Kişiler kendi değer ölçülerine göre değil de önlerine dayatılan gündemlere göre hareket ettiklerinde, pek çok insânî hasleti ve fazîlet ölçüsünü de kaybediyorlar. Elbette bu gibi kişilerin hâdiselere bakış açıları da ona göre oluyor.
“Kişi inandığı gibi yaşamayıp, yaşadığı gibi inanıyorsa” işte o zaman “dünyevîleşme” kaçınılmaz hâle geliyor. Bu durumda mal, insânî değerleri yutuyor. Dünya insanla oynuyor. Dünyevîleşme, insanı âdeta değirmeninde öğütüyor. Dünyevîleşme; düşünmeyi, okumayı, ibadeti, iyi davranışları engelliyor. Hayrı, hakkı, dürüstlüğü, ölçüyü, dengeyi kaydırıyor. Bugün bu hâl, dışımızı çepeçevre kuşattığı gibi içimizi de parsellemiş vaziyettedir.
Dünyevîleşen insan, vermekten korkuyor. Bilinmelidir ki, dünyada fakir düşeceğim diye vermekten korkanlar, âhirette fakir ve rezil olmaktan kurtulamayacaklardır. Dünya malına sahip olalım, ama o mal, bize sahip olmasın, yani gönle girmesin.
“Allâh’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allâh’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” (el-Kasas, 77)
(Kârun gibi hazineler sahibi birinin şahsında yapılan bir öğütte dahî, Kur’ân’ın, “Dünyadan da nasibini unutma!” tavsiyesinde bulunması, İslâm’ın dünyaya âit çalışmaya ne kadar önem verdiğini gösteren bir nükte taşımaktadır. Bununla birlikte Kur’ân, daha sonraki âyetlerde, büsbütün dünyaya dalmanın getireceği felâketleri, canlı bir şekilde gözler önüne sererek, dünya ve âhireti dengeleyen mûtedil bir yol tutulmasını tavsiye etmektedir.)
Müslümanlar, dünya nîmetlerinden meşrû çerçevede, israfa düşmeden istifâde edebilirler; ama âhireti unutmadan, ihmal etmeden, dünyaya gönül bağlamadan bu işi yapmalıdırlar. (Devam edecek)
YORUMLAR