“Bir çocuk, babasının tabutu önünde hıçkırarak ağlayıp başına vuruyordu. Diyordu ki:
«-Baba, nereye götürüyorlar seni? Sonunda toprağa verecekler seni! Seni dar ve kötü bir eve götürüyorlar. Ne halı var orada, ne de bir hasır… Ne gece bir lamba var, ne gündüz ekmek... Orada ne yemek kokusu var, ne yemekten bir iz... Ne kapısında iş var, ne de çatısına bir yol. Sığınılacak bir komşu da yok. İnsanların öptükleri gözün, kör ve karanlık yerde nasıl yaşar, kim bilir? Güvenliksiz bir ev, dar bir yer... Öyle ki orada ne bet kalır, ne beniz…»” (Mevlânâ, Mesnevî, II, 3103-3108. beyitler)
Hazret-i Mevlânâ bu beyitlerden sonra şöyle devam eder:
“Özlerinde sayıp döktükleri kabrin durumu gibi yüz belirti var, ama nasıl görecek azgınlar? Yüce Hak güneşinin ışıklarından yoksun kalan gönül evi…
Sevgisi sonsuz Sultan’ın zevkinden nasipsiz olup yahudinin canı gibi dar ve karanlıktır. Ne o gönle güneş vurur, ne de onda bir ferahlık ve açılan bir kapı vardır. Böyle gönülden mezar güzeldir sana... Çık artık gönül mezarından...
Zamanın Yûsuf’usun, güneşisin göğün... Bu kuyudan, bu zindandan çık, göster yüzünü... Balığın karnında olgunlaştı Yûnus... O’nu tesbîh etmekten başka kurtuluşu yoktu. Tesbih eder olmasaydı, balığın karnında kıyâmete dek tutuklu ve mahkûm kalırdı.” (Mesnevî, II, 3114-3123. beyitler)
Bütün dünyaya tesir eden, bulaşıcı ve ölümcül virüs nihayet memleketimize de geldi. Kâbe tavafa ve ibadete kapatıldı. Onu, Mescid-i Nebî takip etti. Peşinden virüsün bulaşma ihtimalini azaltmak için haklı olarak mescidler, okullar kapatıldı. Mescidlerin kapatılmasından korktuk, çünkü mânâ âleminden inen nûrumuzu kaybettiğimizi düşündük. Ezanlarımız semâlarda yankılandı, ama câmiye giremedik. Beş vakit namaz, Cuma namazı câmilerde cemaatle kılınamadı. Mirac kandilinde boynumuz büküktü.
Bazılarımız, “Cenâb-ı Hak, artık bizleri câmilerde istemiyor.” sözünü dahî etti. Bu açıdan bakınca durum tuhaf görünüyordu. Haksız yere hapishanede tutulan, yıllarca hastane köşesinde kalan o rahmetten faydalanamayanların nûru, rahmet indiren melekleri olmamış mıydı şimdiye kadar? Felçli olup câmi yüzü görmeyen bedenler, o meleklerden hiç istifade edememişler miydi? Kadınların cumaya gitmeleri farz olmadığı için, onlar hep nûrsuz mu kaldılar? Gece teheccüd namazına kalkan kişinin üzerine inen nûr ve sekîne çok mu azdı?
Oradan öyle bakınca, işin tuhaf bir tarafı daha vardı; hem câmiye gidip, hem sünneti sorgulayan, Peygamber Efendimiz’in anlattığı dîni beğenmeyenler de vardı. Câmide namaz kıldığı hâlde fâiz yiyen, eşine şiddet uygulayan, ticarette yalan söyleyenler de vardı. O zaman câmiden kastedilen, mescidden kastedilen ne idi?
Asıl olan câmi mi idi? Yoksa kendisine yöneldiğimiz Rabbimiz mi idi? Her nefis ölümü tadacak, peygamberler de… O zaman peygamber giderse, mescid giderse, her şey biter mi? Kalbimizi dolduran ne idi?
Evlere kapandık, artık karantinada idik. Kendimizle yalnız kalmak bizi çok korkuttu. Dört duvarın arasında hapsolduğumuzu sandık, zindandaydık artık. Kalbi dünya sevgisi ile dolu olanlar, pusulalarını şaşırdı. Sevilen dünya, dört duvarın arasına alındı. Yine de korkudan perişandık:
“-Ya virüs kaparsak, ya ölürsek!”
Her gün bedava soluyup da teşekküre ihtiyaç duymadığımız havayı soluyamamak, nefes alamayarak ölmek, bizleri çok korkuttu.
Mesele çok daha büyük çıktı. Sahte bir dünya kurduğumuzu, sahte bir âhiret düşüncesi oluşturduğumuzu fark ettik. Rabbimiz bizimle birlikte iken, bize şah damarımızdan daha yakın Rabbimiz varken, “Allah bizi kapısından kovuyor.” diyorduk.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“De ki: «Ey kendi aleyhlerine olarak (günahta) haddi aşan kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah (dilerse) bütün günahları bağışlar; doğrusu O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” (ez-Zümer, 53)
Mesnevî derslerine başlarken edep üzere okunan bir beyit vardır.
“Sen O sultanın huzûruna varmaya bize izin yok deme; kerem sahipleri için işler zor değildir.”
O zaman hâdise, kerem sahibi ile ilgili bir mesele değil; çünkü yüce Allah, kulları samimî tevbe ederse, kereminden tecellî eder ve onları affediverir. Kulunu affetmeye hazır Cenâb-ı Hak olduğu hâlde, neydi bizim sıkıntımız?
Mesele büyüktü, çünkü mesele, Cenâb-ı Allah ile arası iyi olmayan kulların gönlünde idi. Gönlümüz gerçek sahibinden gâfil iken, dünya sevgisi ile namaz kılıyorduk. Kıblesi dünya olanlar, Allâh’ın kıblesine dönüyordu; sonra aslî kıbleleri ile hayata devam ediyorlardı. Hamama gidip yıkanıyor, üzerimize kül döküp çıkıyorduk. Câmiler, mescidler, namazlar; gönlün, aklın ve rûhun nurlanması içindi. Muhammedî ahlâk içindi, Sünnet’in yaşanması içindi. Bütün bunlar da ilk önce gönülde başlıyordu.
Mescid inşâ ettik, etmemiz lâzımdı, iyi ettik. Lâkin kendi kalbimizi inşâ etmeyi ihmal ettik. Mescid, Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda bütün acziyetimizle başımızı secdeye koyduğumuz yerken, oradan çıktıktan sonra hevâ ve hevesimize secde etmeye dönüyorduk. Câmi mü’minleri toplayıp birleştiren yer iken, biz câmilerde rûhumuzu, gönlümüzü, aklımızı, nefsimizi, bedenimizi tevhid üzere birleştiremedik.
Mescidleri temiz tutmayı öğrendik; gönül mescidimiz kirden, pastan girilmez durumda…
“Temiz et gönül evini,
Yâr gelecek kondurmaya.” der Yunus Emre…
Temizleyeceğiz ki, Yâr gelip konsun.
“Yâr ile olduktan sonra, en güzel yer orasıdır.” buyurur, Hazret-i Mevlânâ, Fîhi Mâfîh adlı eserinde… Biz tek başımıza olduğumuzu zannedip hep huzursuzuz.
Bizler tek başına varlıklar değiliz. Cenâb-ı Hak ile birlikte oturuyoruz, konuşuyoruz. Hareketli-hareketsiz, uyur-uyanık hep O’nunlayız. Ve O’nun istediği zaman bu dünyadan ayrılacağız, O’na gideceğiz, zaten O’ndan gelmiştik. Esas olan bu… Hayatımızdaki diğer her şey oyun, eğlence, gelip geçici… Geçicilere duyduğumuz aşk, bizi gerçek aşkımızdan ayırdı, oyalanıp duruyoruz.
Tasavvufta öğrenme metodu, yaparak öğrenmektir. Bilerek değil, yaparak… Kul bildiği ile en güzel şekilde amel ederse, Cenâb-ı Hak, ona bilmediklerini öğretir. Öğrenme, bu şekilde devam edip gider. Kula düşen, sadece bilmek değil, bildiği ile amel etmek, onu da ihlâs ile yapmaktır. Kur’ân-ı Keîm’de:
“Namazın, kulu fahşâ ve münkerden alıkoyduğu”[1] bilgisini öğrendik. Öğrenmenin birinci basamağı, o konu ile ilgili bilgi sahibi olmaktır. Bu bilgi yaşanmadıkça, tecrübe edilmedikçe sadece zandan ibaret olur.
Sonra ikinci basamağa geçilir; “Bilgiyi yapalım, yaşayalım.” İşte o zaman namazı kılarız ve yaşayarak öğreniriz. Namazın kişiye huzur verdiğini, insanı mutlu ettiğini tecrübe ile söyleyebiliriz.
“-Ben namaz kılıyorum ama münker ve fahşâdan beni uzaklaştırması gerekirken uzaklaştırmıyor.” sözünü aklımız bize fısıldıyor olmalı…
“-O zaman biz ibadeti yanlış mı yapıyoruz?” diye kendimize sorarız.
Belki yanlış yapmıyoruz, ama eksik yapıyoruz; çoğunlukla şeklen mükemmel, mânen nâkıs namazlar kılıyoruz.
Abdullah bin Abbas -radıyallâhu anh- buyuruyor:
“«Ben insanları ve cinleri, ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım.»[2] âyetindeki ibadetten kasıt, Cenâb-ı Hakk’ı mârifet, yani tanımaktır.”
O hâlde ibadetten kastımızın huzurlu olmak ya da mutlu olmak olmadığını öğreniyoruz! Bütün ibadetlerin tek bir gayesi var; o da Allâh’ı bilmek…
Üçüncü basamak, “olmak” basamağıdır.
Ben namaz ile nasıl olayım? Namaz beni nasıl değiştirip dönüştürecek? Nasıl olacak da ben namaz kıldıktan sonra kötülük ve fahşâdan uzaklaşacağım? İşte burada mârifet, yani Cenâb-ı Hakk’ı tanımak devreye giriyor. Bizi kendi nûru ile aydınlatan Mevlâmız, özümüze ışık tutuyor. Yaptığımız doğru ya da yanlış bütün düşünce, duygu, söz ve davranışlarımızı fark etmemiz ve bu sayede kötü olan her şeyden uzaklaşmamız için bize yardım ediyor.
“Dış görünüş, elbise ve baston gibidir. Görüntüler akıl ve can olmadan kımıldamaz. Allâh’ın dönüştürmesi olmadan o akıl ve kalp, cansız varlık gibidir. Bir zaman Allah ondan yardımını kesince, uyanık kalp, aptallıklar yapmaya başlar.” buyurur Hazret-i Mevlânâ… (Mesnevî, IV, 3726-3728)
Değiştirip dönüştürme bilgisi, bana nasıl gelecek? Ben nasıl namaz kılayım ki, Cenâb-ı Hak bana kendisini öğretsin. Cenâb-ı Hakk’ın bizimle birlikte olduğunu, samimî bir şekilde O’nun huzurunda secde eden kulları hisseder, anlar. Cenâb-ı Hakk’ın nûru, gönlümüzü aydınlatır, kişinin îmânı artar.
Cenâb-ı Hakk’ın nûru ile gönlümüz karanlıklardan kurtuldukça, samimî tevekkül edip teslim oldukça, rahmeti sonsuz Allâh’ımızın değiştirip dönüştüren yardımı kuluna yetişir. Biz Rabbimizin kudretini, ilmini, irâdesini bildikçe, düşüncelerimiz değişir. Ve artık dördüncü basamak, yani “hikmet” tecellî eder.
Bütün meselemiz Rabbimizi tanımak, O’nu tanımak için ibadete gayret etmek, O’nunla aramızı düzeltmek… İbadetlerimiz bu minvalde olursa, kişi, en büyük mescidin kendi gönlü olduğunu anlar. Ve dış dünyaya bakan göz, o gönlün kıvamında bakar ve Cenâb-ı Hak, eşyanın hakikatini nasıl belirlemiş ise, o hakikati anlamaya başlar.
Değişimimiz, dönüşümümüz ve mârifetimiz kadardır tekâmül… Böyle olmalı iken bizler Medîne’nin son döneminde müslüman olanlar gibiyiz. Mekke dönemimiz yok! Yaptığımız ibadetlerle alışkanlık oluştu, lâkin Cenâb-ı Allâh’a âşinâlık oluşmadı. Îman kalbimize yerleşmedi, sadece müslümanız…
“İnsanın dış yüzünü bir sivrisinek bunaltırken, iç yüzü yedi göğü kuşatır.” (Mesnevî, IV, 3766) buyurur Hazret-i Mevlânâ… Secde mahallinde, kendisinden geldiğimiz Mevlâmızın huzuruna baş koyup, orada O’nu tesbih ederek:
“-Sana yönelirim Mevlâm, ben âciz bir kulum. Kendimi, Sensiz iyiliğe doğru dönüştüremem, güzelleştiremem! Benim elimi tut, bana yardım et, beni bırakma!..” diyerek niyâz ederiz.
“-Herkesle olsan da Bensizsen kimsesizsin. Kimsesiz olsan da Benimle isen herkeslesin.” ifadelerinin mânâsını anlarız. Hayatın gerçek mânâsını Cenâb-ı Hak ile birlikteliğimizde anlarız.
Şu günlerde zâhir kisvemiz olan bedenimiz Kâbe’ye giremiyor, Mescid-i Nebî’ye giremiyor, mescidlere giremiyor belki, ama gönlümüz (iç yüzümüz), yedi göğü kuşatıyor, Rabbimizin lûtf u keremi ile... Bu zamanda bizler de Hazret-i Mûsâ’nın kavmi gibi evlerimize çekildik. Belli ki, topluca birlikte değil, tek tek, ama aynı anda birlikte ağlama zamanıdır.
Firavun tarafından mescid edinmelerine izin verilmeyen İsrailoğulları’na Cenâb-ı Hakk’ın fermanı şöyledir:
“Mûsâ dedi ki: «Ey kavmim! Siz gerçekten Allâh’a îmân ettinizse, O’na samimiyetle teslim olan müslümanlardan oldunuzsa, artık O’na güvenin!»
Onlar da: «Biz Allâh’a güvendik. Ey Rabbimiz, bizi o zâlim kavmin fitnesine uğratma!» dediler. «Bizi rahmetinle o kâfir kavmin elinden kurtar!»
Biz Mûsâ ile kardeşine şöyle vahyettik: «Kavminiz için Mısır’da birtakım evler hazırlayın ve evlerinizi kıbleye karşı yapın ve namazı kılın ve mü’minlere müjde verin.»” (Yûnus, 84-87)
Belli ki tek başına gözyaşı dökme zamanındayız. Kendimizi bilme, kendimizi bulma zamanındayız. Âyet-i kerîmede, “Mescidler şüphesiz Allâh’ındır. O hâlde, Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın.” (el-Cin, 18) buyrulurken “kalp mescidi” bu âyetin dışında değildir.
Aynı şekilde âyet-i kerîmede “Bu kandil birtakım evlerdedir ki, Allah yücelmesine ve içlerinde isminin anılmasına izin vermiştir. Orada sabah-akşam onu tesbih eder.” (en-Nûr, 36) buyrulurken artık ilâh edindiğimiz hevâ ve hevesimizi inkâr edip Cenâb-ı Hakk’ı yüceltmemiz istenmektedir.
“Cezalar, ızdıraplar, eziyetler geçer gider de, Hak’tan uzaklık ve gaflet geçmez. Mutlu kişi, canı uyanık olan kişidir. Hak’tan uzak düşen ve gaflet içinde bulunan insan, dünyanın en bahtsız insanıdır.” buyurur Hazret-i Mevlânâ… (Mesnevî, VI, 22.162)
Moğollar Anadolu’ya geldiklerinde virüsten daha beter zarar vermişler, girdikleri topraklara… Değil mescidini, evlerini yıkmak; çoluk-çocuk kadın-ihtiyar öldürerek, karıncalarını bile yok etmişler beldelerin... Çok enteresan ki tasavvuf o dönemde bu topraklarda gelişmiş ve bir mektep hâline gelmiş. Mârifetullah o dönemde kendisini göstermiş. İbn-i Arabî’nin Futûhât-ı Mekkiyye’si, Fusûsu’l-Hikem’i, Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’si ve bütün eserleri, Sadreddin Konevî’nin Miftâhu’l-Gayb’ı, Yunus Emre’nin Dîvân’ı ve daha nice mârifete dâir eserler o çilekeş dönemlerde yazılmış.
Mevlâmızın rahmeti, gazabını aşmıştır. Bugünler bizlere mârifet yolunda, rahmet olarak dönecektir, Rabbimizin lûtf u keremi ile… Hiçbir mezar, Allâh’ın nûrundan mahrum gönül kadar karanlık olamaz!..
[1] Bkz. el-Ankebût, 45.
[2] ez-Zâriyat, 56.
YORUMLAR