ZİNÂ ATEŞİ

Cenab-ı Hak, Hazret-i Âdem’i yoktan var ettikten sonra kendisiyle huzura kavuşacağı bir hanımı da ona eş olarak yaratmıştır. İnsanoğlunun çoğalmasını, onlar vasıtasıyla takdir eden Allah Teâlâ,  erkeklerle kadınlar arasına birtakım hak ve vazifeler koyarak, iki tarafın da fıtratına uygun yaşamasını emretmiştir.

İslâm’da evlilik, geçici bir menfaat veya zevk üzerine kurulmamıştır. İki tarafın anlayış ve olgunlukla meydana getirdiği ve sevgi-saygı temelleri üzerine kurulan yuva, toplumun en güzîde varlığı olan “insanı” ortaya çıkaracak, ihtiyaçlarını temin ederek, onu cemiyetteki mukaddes vazifelerine hazırlayacaktır. Böylece âile, toplumun en küçük, fakat en vazgeçilmez yapı taşını oluşturacaktır. Onun sarsılmasına yol açacak (zina, iftira vb.) her türlü te’sir, İslâm tarafından yasaklanmış ve bu hususta çok sıkı tedbirler alınmıştır.

Güzel dinimiz İslâm, insana zarar veren bir hususu haram kılmadan önce, Cenâb-ı Hakk’ın merhametinin muktezâsı olarak önce o harama giden bütün yolları kapatmış ve böylece haram işlemek zorlaştırılmıştır. 

Meselâ zinâyı haram kılan âyet-i kerîme gelmeden önce, nikâh emredilmiş ve teşvik edilmiştir. Böylece insanların meşrû yollardan bu fıtrî ihtiyacını gidermesi kolaylaştırılmıştır.

Nikâh, kadın ve erkeğin bütün haklarının güvence altına alınması demektir. Geçici bir zevk için kadının kullanılıp atılmasına müsaade edilmemesi demektir. Böylece nikâh sayesinde kadının maddeten ve mânen sömürülmesi engellenmiş olur. Erkek de âile yuvası ile, nefsini dizginlemiş, fıtratındaki iktidar ve himâye etme meylini eşine ve çocuklarına tahsis etmiş olur. Onları, hâricî her türlü belâ ve musîbetlerden korumaya çalışır. Bu şekilde iki taraf da ilâhî bir sıyânet (koruma) ve huzur iklimine adım atar.

Diğer taraftan nikâh, toplumun nâmus, iffet ve şerefini muhafaza eden en önemli hususlardan birisi, âdeta nesli koruyan bir paratoner gibidir. Bu yüzden hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

“Ey gençler!.. Sizden evlenmeye gücü yeten kimse hemen evlensin. Zira evlilik, gözü ve tenâsül uzvu haramdan en iyi koruyan en sağlam kaledir. Evlenmeye imkânı olmayan ise oruç tutsun; zira oruç şehveti kırar.” (Buhâri, Nikâh, 2-3; Müslim, Nikâh, 1)

Zina yasağına düşülmemesi için öncelikle “nikâh”ı teşvik eden İslâm, ikinci olarak birbirlerine nikâhı düşen (evlenebilecek durumdaki) kadın ve erkeğin baş başa aynı mekânda kalmalarını da yasaklamıştır. Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

 “Bir kadınla bir erkek yalnız kalmasın. Aksi durumda üçüncüleri şeytan olur.”

Başka bir hadîs-i şerîfte de, “şeytanın insanın damarlarında gezindiği ve ona günah işletmek için âdeta fırsat kolladığı” belirtilmektedir. (Buhârî, Îtikaf, 11; Müslim, Selâm, 23)

O hâlde insanın, evli veya bekâr, kendisiyle evlenmesi Allah tarafından ebediyyen yasaklanmış (anne, kızkardeş, erkek kardeş vb.) kimseler dışındaki yabancılarla, kapalı mekânlarda baş başa kalması uygun görülmemiştir. Bu, âile içindeki enişte, yenge, baldız, kayınbirader vb. akrabalar da olsa durum değişmez. Ancak burada şu hususu belirtmekte de fayda vardır. Burada yasaklanan husus, birbirine nikâh düşebilecek kimselerin halvet hâlinde, yani yanlarına kimsenin girip çıkamayacağı durumlarda baş başa kalmasıdır. Âile içinde, yanında kocası, ağabeyi, babası veya kadınlardan başka akrabaları varken erkek akrabaların yanına meşrû ölçüler içerisinde çıkmasında, oturup kalkmasında veya bir şeyler ikram etmelerinde bir mahzur yoktur. Bütün bu durumlarda, kılık kıyafetine ve oturup kalkmasına dikkat etmek şartıyla… Aksi hâlde, en yakın akraba ile de her türlü münâsebeti kesip yabancı bir insan gibi davranmak, âile içinde başka huzursuzluklara da sebebiyet verebilir. Bir hanım, nasıl çarşı-pazarda kendi ihtiyacı için meşrû ölçüler içinde geziyor ve alışveriş edip konuşuyorsa, nikâh düşse bile yakın akrabalarının yanında da bu akrabalığın gerektirdiği nisbette oturur, konuşur ve hizmetini eder. Ama bu durumun lâubâliliğe ve gayr-i meşrû şekle dönüşmesine fırsat vermez.

İslâm, zinâyı yasaklarken, ona götüren yollardan birisini de “tesettür” ile kapatmıştır. Tesettür, erkek ve kadının fıtratlarına uygun bir şekilde tanzim edilmiştir. Nasıl ki, kadının bütün vücudu başlı başına bir ziynet ise ve ona uygun şekilde örtünmesi gerekiyorsa, erkeğin de bakışını koruması, iffet ve namusunun bir gereğidir. Âyet-i kerîmede:

Mü’min erkeklere söyle: Gözlerini zinâdan sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu, kendileri için daha temizdir.”  (en-Nûr, 30) buyrulmaktadır.

Öyleyse, tesettürü sadece kadından beklemek de anlamsızdır. Her iki cins de kendi iffet ve nâmuslarını korumakla mükelleftirler. Çünkü bakmak, konuşmaya; konuşmak yakınlaşmaya götürür. Bu yüzden İslâm, işi en başında sınırlandırarak toplumun îtibar ve haysiyetini korumayı gâye edinmiştir.

Bakışları muhafaza etmek, kalbin tesettürüdür. Çünkü göz, kalbin anahtarıdır. Bu yüzden Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîfinde:

“Bakışı bakışa eklemeyin! Birincisi sendendir. Diğerleri şeytandandır.” buyurmuştur. (Tirmîzî, Edeb, 28; Ebû Dâvud, Nikâh, 44)

Bütün âzâlar zinâya aracılık yapabilir, ama buna öncülük eden göz olduğu için gözün haramlardan muhafazası çok önemlidir. Erkeklerin gözlerini muhafaza etmesi istendiği gibi, âyet-i kerîmede  hanımların da gözlerini muhafaza etmesi istenmiştir:

“Mü’min hanımlara söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını da korusunlar…” (en-Nûr, 31)

 Bu âyet-i kerîmede hanımların da aynı şekilde zinânın ilk kapısı olan gözü muhafaza etmeleri gerektiği, bunun ırzı korumakta en önemli faktör olduğu açıkça ifade edilmektedir. Yani kadın için de tek başına tesettüre girip örtünmek yetmiyor, onun da gözünü haramdan muhafaza etmesi, tesettürü kadar önemli!..

Âyetin devamında ise:

“…Görünen kısımları (yüz, el, ayak) müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar. (Dikkatleri çekecek tarzda yürümesinler).” Buyrularak, hanımların, örtünmenin ötesinde kendi güzelliklerini ortaya koyacak tavır ve davranışlardan uzak durması da emredilmiştir.

Bu âyet-i kerîmeden yola çıkarak, bazıları gösterilmesi yasaklanan şeylerin “küpe, bilezik vs.” ziynet eşyaları olduğunu söylemişse de, buradaki kastedilen “ziynet” bunların takılı olduğu bölgeler, yani kadının vücûdudur. Biraz önce de ifade edildiği gibi, “kadının bütün vücudu, başlı başına ziynettir.” Ancak yüz, el ve ayak gibi zarureten açıkta kalan kısımlar, bundan istisnâ edilmiştir. Bazı hak mezhepler, yüzün, vücudun güzelliklerini toplaması sebebiyle onun da örtülmesi gerektiğini ileri sürmüşlerse de, Hanefî mezhebi âlimleri bu konuda orta yolu tutarak yüzün örtülmesinin gerekmediğini kabul etmişlerdir.

Aslında âyet-i kerîmede yasaklanan teşhir, bir şeyi olduğundan daha güzel göstermek ve onu sergilemek mânâsına gelmektedir. Bunun için müslüman kadınların yüzlerini daha da güzel bir hâle getirmek için makyaj vs. yaparak dışarıya çıkmaları uygun değildir. Bütün bu ve benzeri güzelliği artıran ve kadına câzibe katan unsurların sergileneceği yegâne yer, evlerinin içi ve kendi eşleri olmalıdır. Elbette kadın, giyinmeyi, süslenmeyi ve kendisini güzel gösteren şeyleri sever. Fakat bu güzellikleri, helâl olmayan yerlerde teşhir, hem kendisini, hem muhatabını ve hem de toplumu çok zor durumlarda bırakabilir. Bunun da ilk sorumlusu kadın olur.

Bütün ilâhî dinlerde yasaklanmış bir fiil olan “zinâ” İslâm’da da her çeşidi ile yasaklanmıştır. Daha da ötesinde İslâm dininde zinâya yol açan, zinâya meylettiren her fırsat da tek tek bu yasak kapsamına alınmıştır. Zira âyet-i kerîmede:

“Zinâya yaklaşmayınız. Zira o, bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur.” (el-İsra, 32) buyrularak zinanın bizâtihî aşırılık ve kötü bir yol olduğunun vurgulanmasının yanısıra ona yaklaşmak bile açıkça men edilmiştir. Çünkü zinâya yaklaşan bir insanın, ona düşmesi an meselesidir. İnsanların küçük görüp önemsemediği her yanlış adım, geri dönülmez büyük bir hataya dâvetiye çıkarmaktadır. Zinâ, başlı başına bir ateş gibidir. Ateşe fazla yaklaşmak, kıvılcımlarından veya alevlerinden zarar görme ihtimâlini artırır. Hanımlarının ahlâklı olmasını isteyen erkekler, edep ve hayâ içinde yaşamalı; beylerinin sadece kendilerine meyletmesini isteyen hanımlar da maddî ve mânevî güzelliklerini bilhassa beylerine karşı teşhir etmelidirler.

Kısacası, edep, hayâ ve nâmus ölçüleri, sadece kadının veya yalnızca erkeğin gözetmesi gereken prensipler değildir. Her iki cins, kendi üzerine düşeni lâyıkıyla yaptığı müddetçe toplum, huzur, mutluluk ve ahlâk içerisinde yaşar. Bu sınırlar zedelendiği nisbette de toplumun düzeni sarsılır, âileler yıkılır.

Rabbim, cümlemizi, kötülüğü emreden nefislerimizin şerrinden, şeytanın kötü huy ve alışkanlıklarını benimseyerek şeytanlaşan erkek ve kadınlardan muhâfaza buyursun… Âmin.

PAYLAŞ:                

Rukiyye Gönüllü

Rukiyye Gönüllü

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle