Kanat çırptı üzerimde Zümrüd-i Ankâ… Gagasında zeytin dalları taşıyan güvercinler sardı etrafımı… Huzur buldum, şu görünen fecr-i sâdıktı zira...
Seherler yayıldı dünyanın şarkından garbına, Mescid-i Aksâ’nın minberinden. Kıble Mescidi, Hazret-i Meryem’in mihrâbıyla, Hazret-i Ömer’in mescidiyle kıyâma durmuştu. Bir rükûsu vardı bu kıyâmın, bir de secdesi... Bu asil mâbed, ancak secdede baş eğerdi.
Kıble Mescidi’nin asil murâbıtlarından dinledim hikâyeni… Kışın ayazında, yazın sıcağında, şehâdet arzusuyla Mescid-i Aksâ’nın nöbetini tutan murâbıtlardan tanıdım. Her sabah namazında cemaat olan hanımlara coşkulu sohbetler veren Filistinli bir teyzenin gözlerinde okudum hikâyeni… Bir derdi vardı ki o asil hanımın, “Bu dert sadece benim mi, ey Müslümanlar!” diye haykırıyordu âdeta…
Kubbetü’s-Sahra’ya döndüm bütün varlığımla, nasıl da ışıl ışıl yanıyor tevhid dâvâsıyla… Yok, yok burası dünya değil, ben dünyada değilim. İçine giriyoruz Kubbetü’s-Sahra’nın, gözlerinden güneşler çağlayan bir çocuk:
“-Biz Kudüs’e girdik!” diye haykırıyor.
Şen kahkahaları dolduruyor mescidin içini... Kubbetü’s-Sahra bir bûse konduruyor, Kudüs’e âşık çocuğa... Çocuklar balonlarla oynuyor, bir Filistinli çiftin dînî nikâhları kıyılıyor hemen ilerde... Herkes şen, bu kubbenin altında…
Allah Rasûlü’nün Mîrâc’a yükseldiği Muallak Taşı’na dokunuyoruz. Sonra ona dokunan ellerimizi kokluyor, kokluyoruz. Yüzümüze sürüyor, gönüllerimize bastırıyoruz ellerimizi... Ellerimizle Mîrâc’ın başladığı yeri tahmînen selâmlıyor, salavatlar gönderiyoruz Fahr-i Âlem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e…
Ülü’l-Azm peygamberlerin ve sâir peygamberlerin cümlesinin nazarları ile şereflenmiş cemâdattan gelen in’ikâs, tedavi ediyor, bütün yaralarımızı… Ümmetiyiz ya O’nun -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, lâyık olamasak da yoluna, lâkabımız, ünvânımız, “Ümmet-i Muhammed” oluşumuz, açıyor kapıları bir bir…
Kıymetli bir kulun duâsı üzerimizde, biliyoruz. İlk andan son ana kadar orada bulunduğumuz zaman içinde, hiçbir sıkıntı ile karşılaşmıyoruz.
el-Halîl’e doğru yola çıkıyoruz…
Halîl olana yolculuk başlıyor… Gerek iç âlemimizde, gerekse dış… Nefsin büyük çöllerini aşıp, Halîl’in vahasında ferahlamaya niyet ediyoruz.
Bu kutlu diyara gelince, Hazret-i İbrahim Câmii’ne giden ilk basamakta bizi Yusuf -aleyhisselâm-’ın makamı karşılıyor. Şaşkınız. Cümleler bir rafa kalkıyor; kelimeler, harfler mahcup… Bu mekâna, sıkletsiz sözlerden sıyrılıp, engin bir yüreğin ferahlatıcı esintisi ile giriyoruz. O kutlu duâ yükseliyor, bu mânâ ikliminden:
“…Canımı müslüman olarak al ve beni sâlihler zümresine ilhâk eyle!” (Yûsuf, 101)
“Âmîn!” diyerek oradan edep ile ayrılıyor ve merdivenleri çıkmaya devam ediyoruz. Boğazımız düğüm düğüm, heyecandan sadrımız çatlayacak âdeta… Senin sadrımıza inşirah vermene ihtiyacımız var yâ Rahmân!.. Halîlü’r-Rahmân’a yaklaşıyoruz zira…
Bir anda gözyaşları yoldaşımız oluyor, nefes alışverişlerimiz sıklaşıyor. Bir âyet yankılanıyor âfakta:
“Rabbi, O’na «Teslim ol!» dediğinde, o da hemen «Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a teslim oldum.» dedi.” (el-Bakara, 131)
Teslimiyet, başa gelen her belâya, canını acıtan her yaraya hoş bakmak… Sırf Yâr’dan geldi diye, ateşleri demet demet gül gibi kucaklamak… Halîl olmak…
Kur’ân’da “Evvâh”, “Kânit”, “Şâkir”, “Halîm”, “Hanîf” diye taltif olana yaklaşıyoruz. “Ebü’l-Enbiyâ”ya (Peygamberler babasına) ve Fahr-i Âlem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kıymetli ceddine, Mîrac gecesi biz ümmete selâm gönderene, sözünün eri olan, ahdine vefâ gösterene… Halîlullâh’a yaklaşıyoruz….
Nefsimizin Nemrutlaşmış hamâkatinden mahcup, yarı büklüm giriyoruz huzûra…
Huzurdayız, Halîlullâh’ın huzûrundayız…
Hacer Vâlidemiz ile biriciği Hazret-i İsmail’ini Mekke’ye doğru yola çıkardığı yerdeyiz belki de… Bak, burada olmak, biraz da Hazret-i Hacer olmaya çalışmak, biraz Hazret-i Sâre’yi anlamaya çalışmak… Duâ duâ Rahmân’a sığındığın bir anda Hazret-i İshak ile muştulanmak!..
Hazret-i İbrahim gibi duâ etmek istiyor bu beldede insan ve duâsında önce onun gibi dost olabilmeyi diliyor!
Eriha’ya giderken şehrin asıl ve asîl sahipleri olarak; yeniden şehre girme ümidiyle kapılarını kilitleyip bir vedâ bile edemeden beldelerinden ayrılan, fakat hâlâ dönemeyen Filistinlilerin yaşadığı harâbelerden geçiyoruz. Çölün ortasında teneke barakalarda hayat mücadelesi veriyor; yoklukla, darlıkla savaşıyor, ama bir gün Kudüs’e yeniden dönme ümidinden hiç vazgeçmiyorlar. Bu çöl, kim bilir ümitle yangını bir arada yaşayan kaç cana mezar oldu. O çölden yükselen yangın doluyor gönlüme...
“-Tut gözyaşını!” diyorum, “Sakın ağlama! Ümit çölü burası, ümitsizlik var mı şu çocukların nazarlarında? Annelerinden ak süt gibi helâl bir dâvâ rûhu içmişler, nasıl da…”
Âh Filistin, âh Kudüs… Seni ölmeden mezara koymuşlar tayyib diyar! Bir açık hapishâne, her yanın barikat… Bir tek semâ ile arana barikat örememişler! Bilmezler ki özgürlük ruhtadır, Mîraclar ise yedi kat semânın fevkinde! Hürriyetin derûna nakşolunduğu yere çevrilmiş yönümüz bizim… Bu hürriyet şarkısından ne vazgeçeriz, ne de ümit keseriz…
Üst üste çakışmış gölgeler gibi hâtıraların yankısı var gönüllerimizde... Her yerden canlı-kanlı bir hâtıra okşuyor zerrelerimizi, ellerimizde ise zeytin dalları… Hayatın geri kalanında nefse tavır almaya bir adım, kendi hakikatimiz ve sırrımızla yeniden barışabilmek için bir zeytin dalı…
Biz Aksâ’nın sokaklarında bir düş kurmuştuk hani, yediveren başakları, hürriyet yamaçlarından derecektik. Bizler ebediyette derilmek için ekilen çınarların tohumlarıydık hani… Biz daha kuvvet bulmak için tohum olup gömülecek, bir neşv ü nemâ bulmanın baharında can bulacaktık, can verecektik. Şimdilik bu kutlu hayal için sadece ellerimizde sapanlar!.. Korkma, her intifâda îmanlı bir yüreğin sapanının ucunda başlar!
Kuşlar kanar çırpıyor Filistin semâlarında… Beytü’l-Makdis’in hüznü dağılıyor.
Ey müslüman! Bak, kollarını açmış Mescid-i Aksâ, seni bekliyor, seni çağırıyor!..
Ebrar ÇITRAZ
YORUMLAR