ZEYNEB BİNTÜ RASÛLİLLAH - 2

Hidâyet Sırrı

Zeyneb -radıyallâhu anhâ-, kocası Ebu’l-Âs ile sevgi ve saâdet dolu bir âile hayatına sahip olmuştu. Ancak Ebu’l-Âs, ticaretle uğraştığı için bazen uzun yolculuklara çıkıyordu. Zeyneb -radıyallâhu anhâ- ise, yalnız kaldığı zamanlarda anne ve babasının evine gidiyor ve annesine eskisi gibi ev işlerinde yardımcı olmaya devam ediyordu.

O sıralar, İki Cihan Serveri Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hira Mağarası’nda inzivâya çekilmeyi sıklaştırmıştı. Nihayet bu günlerden birinde Cebrâîl -aleyhisselâm- Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e Allah -celle celâlühû- tarafından risâlet vazifesiyle birlikte ilk vahy-i ilâhîyi getirdi. Bu ilâhî vazife karşısında Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ilk îman eden kişi, Hazret-i Hatîce -radıyallâhu anhâ- validemiz oldu. Onun ardından Zeyneb ve diğer kızları da ilk îman edenlerden olma şerefine nâil oldular.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, peygamberliğini ilân edip İslâm’ı tebliğ etmeye başladığında, Ebu’l-Âs’ın içinde bulunduğu ticaret kervanı henüz Mekke’ye dönmemişti. Ancak kervan, Mekke’ye yaklaştığında bu haber onlara ulaştı. Mekke’ye vardıklarında ise Ebu’l-Âs hemen hanımı Zeyneb’e bu peygamberlik hâdisesini sordu. Hanımıyla birlikte kendi kavminden Osman bin Affân ve Zübeyr b. Avvâm’ın da Müslüman olduğunu öğrendi. Zeyneb -radıyallâhu anhâ- ona da Müslüman olmasını teklif etti. Ebu’l-Âs bir müddet düşündü. Ancak Müslümanlığa girmeyi kabul etmedi. Sahip olduğu onca fazîlet ve şerefe rağmen Allâh’ın sırlarından bir sır olan “hidâyet nûru”, onun kalbine henüz doğmamıştı. Çünkü Ebu’l-Âs, kendisi hakkında “karısını ve kayınpederini memnun etmek için müslüman oldu…” denilmesinden korkuyordu. Câhiliye devri Mekke’sinde kız çocukları hakir görüldüğü gibi kadınlar da hakir görülür ve kişinin hanımının etkisi altında olması bir zillet olarak kabul edilirdi. İşte Ebu’l-Âs, bu yaygın ve bir o kadar da hastalıklı zihniyetin tesiri altında kalmaktan kurtulamamış ve İslâm’ı kabul hususunda hanımını hoşnud etmek istediğinin düşünülmesi ihtimalinden rahatsız olmuştu.

Zeyneb -radıyallâhu anhâ- bu duruma çok üzüldü. Bu zamana kadar muhabbetle bağlandığı hayat arkadaşının, îman nûrundan nasipsiz bir şekilde şirk bataklığında kalmayı tercih etmesi çok acı bir durumdu. Ancak buna rağmen, hanımlık vazifelerinden bir an bile geri kalmadı. Eskisi gibi kocasına hizmet etmeye devam etti. Bir taraftan da onun hidâyeti için yaşlı gözlerle Allah Teâlâ’ya ilticâ ediyordu.

 

Ebu’l-Âs’ın Vefâsı

Mekkeli müşrikler, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e karşı ellerinden gelen her türlü mel’aneti işlemekten çekinmiyorlardı. Bir gün yine böyle bir maksatla toplanıp aralarında konuştukları bir esnada içlerinden birisi şöyle dedi:

“–Siz Muhammedü’l-Emin’in kızlarına tâlip olmakla, O’nun başındaki gâileleri eksilttiniz. O da gâilesiz başıyla kendisine yeni bir meşgale buldu ve bizim karşımıza peygamberlik iddiasıyla çıktı. Şimdi O’nun kızlarını boşayın ki, o tekrar kızlarının derdine düşsün.”

Nitekim o esnada, Âlemlerin Efendisi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Rukiyye ve Ümmü Gülsüm ismindeki diğer iki kızı, Ebû Leheb’in oğulları Utbe ve Uteybe ile nişanlıydılar. Utbe ve Uteybe, babaları Ebû Leheb’in başını çektiği müşrik gürûhunun bu teklifini hemen kabul edip nişanlarını bozdular.

Sıra aynı teklifin Ebu’l-Âs’a yapılmasına geldi. O, her ne kadar müslümanlığı kabul etmemiş ise de, önceden beri sahip olduğu faziletler sebebiyle İslâm’a ve müslümanlara karşı düşmanca tavırlar sergilemekten uzak durmuştu. Mekkeli müşrikler, ona gelip şöyle dediler:

“­–Eşini boşa; biz de seni Kureyş’ten her kimin kızını istersen, hemen onunla evlendirelim.”

Ancak Ebu’l-Âs, onların bu teklifine karşı durdu. Cevâben dedi ki:

“–Hayır! Vallâhi ben hanımımı boşamam. Kureyş’ten başka hiçbir kızın da onun yerini alıp, eşim olmasını istemem.”

Ebu’l-Âs’ın bu cevâbı, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ulaştığında O, bu vefâlı dâmâdını hayırla yâd etti.[1]

 

Hicretle Gelen Hasret Ayları

Mekkeli müşriklerin, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- başta olmak üzere bütün müslümanlara karşı uyguladıkları ezâ ve cefâlar her geçen gün ziyâdeleşerek artıyordu. Nihayet Allah Teâlâ, mü’minlerin bu çetin imtihanını merhametiyle neticelendirmeyi diledi ve Rasûl’üne Medîne’ye hicret için izin verdi.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hicretinden sonra Zeyneb -radıyallâhu anhâ-’nın Mekke’deki yalnızlığı her geçen gün ziyâdeleşti. Muhabbetle bağlandığı kocasının müşriklikte kalmayı tercih etmesinin acısı, muhterem babası ve kardeşleri başta olmak üzere İslâm’ı tercih etmiş akrabalarından ayrı kalmanın hüznüyle daha bir katmerlendi. Hasret ve sabırla geçen aylar boyunca evlâtları Ümâme ve Ali’den başka kendisini tesellî edecek bir şey bulamıyordu.

 

Fidye-i Necat

Hicret’in üzerinden bir sene geçmiş ve ikinci seneye girilmişti ki, bir gün Mekke’de hummâlı bir hazırlık ve telâş başladı. Zira Medîne’deki müslümanlar, Ebû Süfyan’ın başında bulunduğu Mekke’ye âit bir ticaret kervanının yolunu kesmişti. Mallarının derdine düşen Mekkeliler, hızla bir ordu hazırladılar. Mekke’de bulunan ve eli silâh tutan her erkek gibi, Ebu’l-Âs da bu orduya katılmak zorunda kaldı. Zaten Mekkeliler arasında sahip olduğu mevkî onun bu savaştan geri kalmasına müsaade etmiyordu.

Severek evlendiği, ancak şirkten vazgeçiremediği kocasının, canından çok sevdiği, Âlemlerin Efendisi biricik babasına karşı savaşacak olması, Hazret-i Zeyneb’i derinden yaralamıştı. Ancak yaşlı gözlerle Allah’a ilticâ etmekten başka elinden hiçbir şey gelmiyordu.

Bedir Savaşı, müşriklerin yaklaşık üç katı sayı üstünlüğüne rağmen müslümanların zaferiyle neticelenip savaş haberleri mağlûp orduyla birlikte Mekke’ye ulaştığında, Mekke semâlarını ağıtlardan ve intikam şiirlerinden oluşan kara bulutlar kapladı. Bu kara bulutlar arasında sadece bir kişinin yüzüne sevinç güneşi doğmuştu. Bu kişi, Hazret-i Zeyneb -radıyallâhu anhâ-’dan başkası değildi. O, Müslümanların zaferine sevindiği kadar kocasının bu savaşta öldürülmemiş olmasına da seviniyordu. Çünkü Rahmet Peygamberi’nin bu en büyük ve en çilekeş kızı, dul kalmaktan ziyâde, kocasının şirk bataklığı içindeyken öldürülüp ebedî cehennemlikler arasında kalmasından korkuyordu. Ancak işte öğrendiğine göre Ebu’l-Âs, müslümanlar tarafından esir edilip Medîne’ye götürülmüştü.

Hazret-i Zeyneb -radıyallâhu anhâ-, Ebû’l-Âs’ı esâretten kurtarmak için “fidye-i necât” (kurtuluş fidyesi) olarak kıymetli mallar hazırladı ve kayınbiraderi Amr ile Medîne’ye gönderdi. Bu mallar içinde bir de gerdanlık bulunuyordu. Bu gerdanlık, Hazret-i Hatîce’nin düğününde kızına hediye etmiş olduğu gerdanlıktı. Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu gerdanlığı görünce hemen tanıdı. Mü’minlerin Annesi Hazret-i Hatîce’nin bu hâtırasının, kızı tarafından fidye-i necât olarak gönderilmiş olması, kalbinin rikkatini daha bir arttırdı. Ashâbıyla istişâre etti ve onlara şöyle buyurdu:

“-İsterseniz, Zeyneb’in esîrini serbest bırakın ve gerdanlığı da kendisine iâde edin.”[2]

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu ricâsını emir telâkki eden ashâb-ı kirâm, fidye mallarını Ebu’l-Âs’a verdiler ve kendisini serbest bıraktılar. Ancak Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunun karşılığında ona, Zeyneb’i Medîne’ye göndermeyi şart koştu.[3]

Ebu’l-Âs, Mekke’ye döndüğünde Zeyneb’e durumu haber verdi. Zeyneb -radıyallâhu anhâ- bunun üzerine Fahr-i Âlem babasına ve İslâm diyarı Medîne’ye kavuşmanın sevinciyle yol hazırlıklarına başladı. Kendisini üzen tek şey, kocasının durumuydu. Gönlü, onun da İslâm’ı seçip kendisiyle birlikte hicret etmesinden yanaydı. Ancak Ebu’l-Âs’ın kalbi, müslümanlara karşı iyice yumuşamış ise de henüz îman kıvamına gelmemişti.

(Devam edecek)

 

[1] İbnü Hişam başta olmak üzere bazı kaynaklar, İslâm’ın Zeyneb ile Ebu’l-Âs’ın arasını ayırdığını, ancak Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, Mekke’de yeterli güce sahip olamadığı için bunu tatbik edemediğini söylerler. (Bkz: İbnü Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, 652) İbnü’l-Esîr de İbnü İshak tarîkiyle Hazret-i Âişe’den bu fikri teyid edici bir rivayet nakleder. (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe fî-Ma’rifeti’s-Sahâbe, c. 7, sh. 131-132)

Ancak İbnü’l-Kesîr, İbnü İshak’ın bu görüşünü zikrettikten sonra, Tahrim âyetinin Hicret’in 6. senesinde indiğini hatırlatarak, Mekke devrinde Zeyneb ile Ebu’l-Âs’ın nikâhına halel getirecek dînî bir yasağın olmadığını ifade eder. (İbnü’l-Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 5, sh. 206)

Nitekim İbnü Hişam da birinci kanaati zikretmekle beraber, Ebu’l-Âs’ın hanımından boşanma teklifine karşı red cevabı vermesinin, Allah Rasûlü tarafından hoşnutlukla karşılandığına dâir bir rivayetin kendisine ulaştığını, yine bizzat kendisi nakletmektedir.

[2] Ebû Dâvud, Cihad, 131.

[3] Veya Zeyneb’i Medîne’ye göndermeyi bizzat Ebu’l-Âs vaad etmiştir. (İbnü Hişam, Sîret, c. 1, sh. 653) Bu takdirde bu vaadi, serbest bırakılmasına karşılık bir şükran ifadesi olarak değerlendirmek mümkündür.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle