Zerre Kaybolmaz

“Yap iyiliği, at denize; balık bilmezse, Hâlık bilir!” demiş atalarımız... Bazen bu söz o kadar yerini bulur ki, sanki bu söz, sırf bu olay için söylenmiş dersiniz...

Elbette söyleyen de laf olsun diye söylememiştir. Kim bilir hangi tecrübeyle dile getirmiş ve dilden dile günümzüe kadar ulaşmıştır bu kıymetli söz… Günlük hayatımızda hiç de farkına varmadan yaptığımız, çoğu kere farkında olmadığımız pek çok söz veya davranış, bir gelip karşımıza çıkıveriyor.

Böyle daha dünyada iken bile sevabıyla, günahıyla önümüze çıkarsa, ya hiçbir şey atlamadan yazılan âhiret defterimizde nelerle karşılaşacağız, kim bilir!..

Ali Rıza Bey, yurdum insanı… Evine, çocuklarına helâl rızık kazanmanın peşinde… 75 yaşlarında, Sivaslı… Yıllar önce yaşadığı bir hâdiseyi anlattı; bana ilginç geldiği için sizlerle de paylaşmak istedim…

Tır şoförü olan Ali Rıza Bey, İran’a mal götürüp getiriyor. Bir gün yine İran’a gitmiş, dönüşte memleketi olan Sivas’a kırk kilometre kala, yolda kara saplanmış bir araba görmüş. Karayolları ekipleri de bir hayli çaba göstermelerine rağmen tipi ve fırtınanın da yoğun olması sebebiyle arabayı bir türlü hareket ettirememişler. Arabanın sahibi, orta yaşlı yabancı bir âile… Turist olarak gelmiş, dönüş yolculuğunda da tipiye yakalanmışlar. Hava da yavaş yavaş kararmak üzere… Ali Rıza Bey:

“-Benim evim buraya yakın. Siz benim yanıma binin, bize gidelim. Arabayı da burada bırakamayız. Karayolları ekibi de arabayı tıra yüklesin!..” diyor.

Böylece onları alıp evine getiriyor. On gün misafir ediyor. Arabalarını da İstanbul’a kadar getiriyor. O kadar memnun oluyorlar ki…

“-Bizi İngiltere’ye kadar götürmeni isteriz, ama arabayı hızlı kullanıyorsun!” diye takılıyorlar. Ali Rıza Bey de:

“-O kadar değil!..” diyor.

Teşekkür edip vedalaşıyorlar.

Aradan 35 yıl geçiyor. Onlar Türkçe bilmediğinden, Ali Rıza Bey de İngilizce bilmediğinden o günden bugüne kadar aralarında bir iletişim olmuyor. Bu sıradan olay, unutulup gidiyor.

Yıllar sonra Ali Rıza Bey’in kızı, Dokuz Eylül İktisat Fakültesini bitiriyor. Babasına:

“-Benim doktora için İngiltere’ye gitmem lâzım. Yoksa bu eğitimin fazla bir önemi yok. Bana, her ay 800-1.000 TL gönderebilir misin?” diye rica ediyor. Israrla isteyince baba yüreği dayanamıyor. Onun isteğini kabul ediyor.

Kızı Londra’ya gidiyor. Aradan bir yıl geçiyor. Bu kız, bir gün şehrin merkezinde adresini şaşıran, boynunda kimliği olan ve etrafından yardım isteyen yaşlı bir adam görüyor. Kimsenin aldırmadığı bu adamcağızı, arabasına alıp evine kadar götürüyor. Evin hanımı, yaşlı eşini sağsâlim karşısında görünce çok seviniyor. Israrla çay içmeye dâvet ediyor. Biraz sohbetten sonra:

“-Evladım, siz İngilizlere benzemiyorsunuz, hangi ülkedensiniz?” diye soruyor.

Kız da Türk olduğunu söyleyince, kadın bu defa:

“-Hayret, 35 yıl önce, Sivas’ta yine bir Türk, bizi büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştı!..” diyor.

“-Ben de Sivaslıyım.” deyince, bir kat daha heyecanlanıyo ev sahibi hanım...

Sonra o günlere ait resimleri bulup çıkarıyor. Kız, bir de bakıyor ki, resimdeki şahıs, babası… O İngiliz hanım da, beyi de öylesine mutlu olurlar ki… Oturdukları gayet güzel villanın üst katının boş olduğunu, isterse orada oturabileceğini söylüyorlar. Hemen sembolik bir fiyatla kontrat yapılıyor. Okul idaresi, bu kadar ucuz bir evin yaşamaya uygun olup olmadığını merak edip kontrole geliyorlar.. Sadece formalite icabı bir kira olduğunu, Sivaslı kızın evin kızı olduğunu söyleüyorlar.

Bu arada Londra’da bir otelin genel müdürü olan evlatlarını evlerine çağırıp bu kızın eğitimini aksatmayacak şekilde otelde bir iş imkânı bulmasını da tembihliyorlar. İş de bulunuyor. Kızı:

“-Babacığım, artık para göndermene lüzum kalmadı. Ben senden daha çok kazanıyorum!..” diye haber gönderiyor, Türkiye’ye…

Zerre miktarı hayır da, zerre miktarı şer de kaybolmuyor. Bugün veya yarın, biz veya âilemiz bunun karşılığını er-geç görüyoruz. Bu ve emsâli misaller pek çok…

Hiç bir karşılık beklemeden, sırf Allah rızası için, yerli-yabancı demeyip sırf “insan” olduğu için yapılan iyilik... Bu iyilik ruhuyla büyüyen bir genç ve onun iyilik yapmaya devam etmesi, neticede kendisine de faydalı oluyor, hem de daha bu dünyada…

Elbette insanın yaptığı iyilikleri menfaat bekleyerek yapması, iyiliğin bizâtihî kendisine ters… Mühim olan, Allâh’ın rızâsını gözetip sadece O’nun bilmesini yeterli görmek… Bu dünyada veya âhirette, o ne zaman, nasıl uygun görürse karşılığını verecek… Bu kâinâtta küçük bir şey yok!.. Hiçbir şey kaybolup gitmiyor. Bu yüzden her türlü iyiliği yapmaya acele etmek lâzım… Her türlü kötülükten de uzak durmaya gayret etmeli… Çünkü kötülüğün de küçüğü-büyüğü yok; bir gün bir yerde karşımıza çıkıveiryor.

Urfa’nın bir ilçesinde meczup birisi vardı; ara sıra coşar, çok az Türkçe bildiği hâlde:

“-Zerre kaybolmaz!” diye bağırırdı.

Zerre kaybolmuyor. O hâlde o zerreleri, güzelliklerle doldurmayı nasip etsin Rabbimiz…

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle