Zenginin Hâli, Züğürdün Kâlini Yorar -2

Zenginlerin hâline ilişkin kâl yormadaydık değil mi? En son nerede kalmıştık? Hani ben yaramı sevmeye gitmiştim de, sonra devam ederiz demiştim. Yara zenginlerinden bahsetmiştik en son hani…

Ve işte şimdi devamını, “fikir zenginleri”ni anarak getirelim. Onlar, genellikle beş kuruş paraları ya var, ya yok olan, maddî-mânevî çeşitli sıkıntılar yaşayarak, belki de filozoflaşmış bulunan, bahtlı kimselerdir. Çektikleri sıkıntılar mı onları fikir zengini yapar, yoksa onlar fikir zengini oldukları için mi, bu sıkıntılarla sınanırlar, meçhul… Ama şurası mâlum ki, zaten onlar, sırf bu zenginlikleri sebebiyle, kadir-kıymet bilenlerin seve seve ağırladığı, hürmet ettiği nasipli kişilerdir. Fikirlerini ukalâca ve haddini aşarak dile getirmedikten sonra, genel olarak sevilirler. Kâh bir gazete, kâh bir kahve köşesinde, kâh bir okuldadırlar… Elbette her fikrin alıcısı bulunduğu gibi, karalayıcısı da mevcuttur. O hâlde, bir fikir zengininin imtihanı, kendisine muhalefet edip duracak olan, “kendince fikir zengini” bir başkasına, sabretmek olsa gerek…

 Mademki fikirden dem vurduk, az da zikirden, “zikir zenginleri”nden bahsedelim, değil mi ya? Nedir zikir? Anmak, söylemek… Zikir zenginleri de anarlar, söylerler işte… Dillerinden bazı kavramlar neredeyse hiç düşmez. “Dervişin fikri neyse, zikri de odur.” derler ya hani, bu zikir zenginlerinin bir kısmı derviş huylu olmalı ki, zikrettikleri, fikrettikleriyle denk düşer. Bazılarının ise, fikri başka, zikri başkadır… Bunlara kabaca, ikiyüzlü, ya da münâfık, veya korkak denebilir. Zikir zenginleri de demek ki, çeşit çeşit… Kimisi bu zenginliği hayra kullanırken, kimileri de bu zenginliklerinden ötürü neredeyse hiç durmadan şerre yelken açar dururlar. Neler zikredilir? Kadın, para, mal, mülk, insan, şu, bu… Sınır yok… O hâlde zikir zenginleri için, en hayırlı olanı, yani “Allah!” zikrini dileyip, geçelim bir başka zengin tâifesine…

Bu tâifede “hâl zenginleri” bulunur… Evet, bu grup, hâlleri ile dikkat çekerler. E tabî hâl var, hâlcik var… O hâlde, çeşit çeşit hâlde zengin var, zengincik var… Kimi hâl var, Hak râzı… Kimi hâl var, Hak karşı… Bu kısımdaki insanların bazısı, hayırlı, güzel hâller içindedirler. Onlar, çevrelerine iyi örnek olan, isimleri anılırken gülümsenilen kişilerdir. Bazılarının hâlleri ise, şerden başka bir şey taşımaz. Onlar da pek hâllidirler, ama ters yönde… Öyle ki, isimleri nerede geçecek olsa, birilerinin kızgınlıkla, “Şeytan görsün yüzünü!” deme ihtimali vardır. Gerçi, ne iyi hâlin, ne de kötü hâlin devamlı olacağına dair bir kesinlik yoktur. Bugün iyi hâl zengini olan biri, yarın pek fakir düşebileceği gibi; aynı gün kötü hâl zengini olan biri için de bir başka gün çok iyi bir vaziyete kavuşma durumu söz konusu olabilir.

Bir de, iyi hâl nedir, kötü hâl ne, bunu sormak lâzım, ki bu suâl pek mühim. Zira, hani Mûsâ’nın Hızır’ındaki hâller misali, öyle kişilerin, öyle hâlleri olur ki, zâhiren mahzurlu, hakîkatte efsunludur… Öyleyse, hâle bakarken haddi bilmekte; hâli yorumlarken, çeneyi tutmakta fayda vardır. Ayrıca, hâlinden ümitsizliğe düşmek ile hâline güvenip kendini gök ehlinden addetmek, pek âlâsından gaflet olsa gerektir.

Hâl zenginlerinin ardından, hemen “kâl zenginleri”ni analım ki, yazının başından beri uyduğumuz “kâfiye” âdeti bozulmasın… Kâl ne demek? Söz, laf demek… Kâl zengini ne demek? Ağzı iyi laf yapan, iyi konuşan, etkileyici söz söyleyen, demek… E tabî etkileyici dedikse, bunun da artı ve eksi yönü var. Bir kere ağız iyi laf yapıyor ya, bu, “yıkım anlamında da yapım-onarım anlamında da iyi demektir”. Tek taraflı düşünürsek, hata etmiş, kıt ve kısır bakmış oluruz. Kâl zengini olanların, merdi ve nâmerdi vardır. Kimisi söz söyleme yeteneğini birilerini kandırmak, birilerinin dedikodusunu etmek için kullanırken, kimileri de aynı nimeti, hayırlı ve güzel işler için kullanır. Sözleriyle akıl ve gönül çelenler olduğu gibi, gönül yapanlar da olur. Bir sözüyle yuva yıkanlar bulunduğu gibi, tek bir sözüyle huzura sebep olanlar da vardır. Âh o dil, eğer işinde mâhir de, aynı zamanda imanlı bir gönülle bir arada ise, ne kadar hayırlı olur. Ama eğer aynı dil, imansız, fesat bir kişide ise, vay o kişinin de, civarındakilerin de hâline… Neyse, şom ağızlılık yapmadan, hemen bir diğer gruba geçelim:

İşte “kalem zenginleri”!.. Kâl zenginliğinin bir kalem ötesi bu… Yani? Yani sözü söylemekle kalmayıp, yazan kişilerdir bunlar… Bu ne demektir bilir misiniz? Elbette bilirsiniz: Bu, belki asırlar sonrasına kalacak eserler bırakmak demektir. Aman yâ Rabbi! İşte bir büyük nimet ile beraber, koca bir mes’ûliyet… Sizin, bir sözünüzle, sadece söylediğiniz gün değil, yıllar, belki yüzyıllar sonrasında da, birilerini etkilemeniz, birilerine yön vermeniz demektir bu... Kalem zenginlerine, öldükten sonra amel defterinin kapanmaması gibi bir ayrıcalık lutfedilmiştir üstelik... Ki o yazdıklarından bir kişi hayır bulsa, yazana hayır olarak dönmeye devam eder. Peki ya tersi olursa?! Allah korusun… Allah, kalem zenginlerinin de hayırlılarından etsin… Âmin, deyip, geçelim bir başkasına:

Kalemden ilhamla hemen hatırımıza geliveren bu zenginler, “kasem zenginleri”dir. Şaşırmayın, onlar bu anlamda cidden zengindir. Zira, neredeyse her bir cümlelerinin başı bir yemindir. “Allah canımı alsın ki!”, “Gözüm kör olsun ki!”, “İki çocuğumun hayrını görmeyeyim ki!”, “Ekmek, Kur’ân çarpsın ki!”, “Ya vallâhi billâhi!”, “İki gözüm önüme aksın ki!” tarzında nice yemin, sürekli konuşmalarının içindedir. Bu kasem zenginlerinin kimisi yalan yere, kimisi de doğru sözlerini kuvvetlendirmek için yemin ederler. Yalan yere yemin edenleri, zaten Allah elbet layık olduklarınca karşılayacaktır. Ya şu doğru sözleri için yemin edip duranlara ne demeli? İnanmasınlar be kardeşim, karşına her çıkanı, her sözüne inandırmak zorunda mısın? Niye yemini bu kadar ucuzlatırsın? Gerek var mı? Değer mi? Yemin etmek sünnettir. Ama hele bir bak, Peygamber kaç yerde, ne sebeple yemin etmiş? Senin yemin edip duruşunun, bir sokak çocuğunun sövüp durmasından ne farkı kalıyor böyle olunca? Ağız alışkanlığı etmişsin. Bırak hadi gel, râzıyız, biz seni kasem zengini olmasan da severiz. Tek bunun fakiri ol, gel, dert değil… Allah sana, “O diyorsa doğrudur.” diyebilecek dostlar nasip etsin de, kurtul, bu ikide bir yemin etme huyundan….

Sahi, “O diyorsa doğrudur.” diyeni, yani dostlar güzeli Hazret-i Ebûbekir’i nasıl hatırlamayız şimdi?! Ve nasıl anılmaz tam da burada “aşk zenginleri”? Bu kişiler, Allâh’ın kendilerine aşk nimetini bağışladığı nasiplilerdir. Nasıl ki, her zenginlik, sarf edildiği yere göre değer kazanır, bu da öyledir. Gönlüne âşıklık istidâdı verilmiş bulunanların, kimini bir kıza ya da delikanlıya, kimini ise bir dala, bir kuşa yahut bir işe raptolmuş bulursunuz. Aşk denilen hissin, ille de bir insana duyulması mecburiyeti yoktur yani… Aşk nedir? Yakıcı, çok kuvvetli bağlılık… Allah kolaylık versin, derdik ya, âşık kolaylığı istemez ki… Devası zorlukta olan, kolaylığı neylesin? Bu aşk zenginleri, tuhaftır… Kendilerini yiyip bitirene delice bağlanır, üstelik o uğurda ölmeyi, dirilmek sanacak kadar farklı bakarlar. Dünyaya ve ukbâya onların gözüyle bakmak, bambaşka ufuklara yelken açmak olsa gerek ya, o da hem nasip, hem yürek ister… Aşka dâir felsefeyi kenara kor da, bu aşk zenginlerinin hâllerine dair şöyle bir hülâsa yapacak olursak, şunları söylememiz yeterlidir: Onların bir kısmı mecazda, bir kısmı mecaz ötesinde kavrulur. Aczini hissederek Hakk’a sığınan aşk zenginleri, bir yandan yanarken, diğer yandan o sığındıklarına yaklaşır dururlar. O’na sığınmak demek, aşkın menziline ulaşması demektir. Oysa aczi, isyan boyutunda yaşayıp kaderine küsenler için, aynı sözü söylemek ne mümkün… Ve böyleleri için, o zenginliğin zenginlik olarak kalması, çok büyük ihtimalle; nâ-mümkün…

Aşk zenginlerinin ne sohbetine, ne dedikodusuna doyum olur… Mademki doymak yoktur, ona ara verip, “köşk zenginleri”nden bahsedelim biraz da: Bunlar, genellikle baba yâdigârı olan süslü-püslü köşklerde, dünyanın bir yandan sefâsını sürerken, bir yandan da, o herkesin imrenerek baktığı görüntülerinin ardında, belki birçok insandan daha fazla sıkıntı ve imtihan yaşarlar. Köşk zenginleri, emanet şuuru olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayrılabilir. Birinci kısımdakiler, miras kalan o zenginliği, yarın kendilerinin de miras bırakıp gideceklerine dâir tatlı bir bilinç taşırlar. Bu sebeple, ellerindeki imkânı birileriyle paylaşmak hususunda gayretli ve mütevâzidirler. İkinci kısımdakiler ise, kendilerinin sanıp, sırf köşk sâkini olmalarından ötürü “burnu havada gezmek” gibi bir ahmaklığa düşen zavallı tiplerdir. Onlar, ellerindekini kimseyle paylaşamaz, çünkü kayıtsız-şartsız kendilerinin addederler. Hâsılı lafı çok uzatmayalım, köşk zenginliğinin de hayırlısını dileyelim Hak’tan…

Bir de buldukları her çiçeğe ve dala konan, “dal zenginleri” var ki, iki kelam da onlar için etmeli… Onlar, belirgin bir yol, sağlam bir fikir, net bir prensip taşımazlar. Buldukları her dala konar, gördükleri her eteği tutar, bu hâlleriyle, hiçbir dalın kendisine güvenemediği, oradan oraya uçuşup duran bir tüye benzerler. Tüy diyoruz, çünkü ciddi bir zaaf ve savruluş içindedirler. İşin tuhafı, onlar bu hâllerini çokça benimsemiş ve zaman zaman “bu durumu gönüllerinin derya gibi genişlemiş olmasına bağlar” hâle gelmişlerdir. Güyâ öyle ki, bulduğu her dala konmak, o dalların her birini Hak bilmek muhtemel… Keşke bu bir hakikat olsa da, o uçuşma da teslîmiyet olsa… Ama heyhat, bu genellikle, tek bir dala bile adam gibi tutunamamış olmanın bir sonucudur ve çoğunlukla, koca bir kendini kandırmadan başka bir şey değildir.

Hazır dal zenginlerinden söz etmişken, kafiye olmak bâbından hemencecik aklımıza geliveren “döl zenginleri”ne geçelim: Bunlar, Allah’ın kendilerine çokça çocuk lûtfettiği, bu vesileyle bolca da torunun emanetçisi oluveren kişilerdir. Bunların bir kısmı, her nedense kendilerini, neslin tamamının sahibi addederek, ciddi bir ahmaklık sergilerler. Çocuğu olmayan, ya da az çocuğu olan kişilere aşağılayan bakışlar savurmak, onların en bâriz özeliklerindendir. “Ay senin hâlâ çocuğun yok mu?!”, “Ayol, zaten o kısır!”, “Ben bir çocuk daha yapacağım!” tarzında, “ahmaklığa varan” sözleri, genellikle bunlardan duyarsınız. “Ahmaklığa varan” dediğim için yadırgamayın, zira bir çocuğun dünyaya gelmesine ancak ve ancak vesîle edilen bu insanlar, sanki çocuğu kendileri yapıyormuş gibi, “çocuk yapmak” diye bir şeyden bahseder dururlar. Sanırsınız ki, tarhana çorbası ya da un helvası yapılıyor. İnsan, kendini bir şeyin sahibi addetmeye görsün, işte böyle, haddini aşan cümleler kurar da, farkına bile varmaz. E tabî, onlar kendilerini böyle “çocuk bile yapabilen müthiş varlıklar” olarak görmeye başlayınca, yapamayan diğerlerine de “beceriksiz” gözüyle bakarlar. Neyse ki, döl zengini dediğimiz insanların bir diğer kısmı, her zenginliğin Hak katından bir lütuf ve sınanma sebebi olduğunun farkına varmış, akıllı kişilerdir. Onların ağzından, çocuklarına ya da torunlarına dair duyabileceğiniz sözler de, elbet kendileri kadar akıllıcadır. Onlar yavrularını “emânet”, “lütuf” ya da “imtihan” bilir, kendileriyle aynı emâneti, lütfu ya da imtihanı yaşamayan kişilerle, saygılı ve ölçülü bir diyalog kurarlar. Onlardan, birini sırf çocuğu olmadığı için kınayan ya da küçümseyen sözü asla duymazsınız. Çünkü onlar, kudret sahibinin kim olduğunu çok iyi kavramışlardır.

E bu seferlik de bu kadarı yetsin değil mi? Bakalım zenginlere ve hâllerine dâir, bir dahaki yazıda neler söylenecek… Şimdilik müsaade bizim, düşünmek sizindir… O hâlde, emânet değil, teslim olunuz, ki Allah biricik sahiptir…

PAYLAŞ:                

Neslihan Nur Türk

Neslihan Nur Türk

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle