İşte geldik zenginlerin hâllerine dâir yazı serimizin sonuncusuna….
Madem ki sona geldik, o zaman, en başında “cevabını vermeyi vaat ettiğimiz soru”ya da sıra geldi demektir. Neydi soru? Şuydu: E ben züğürt müyüm ki, zenginlerin hâli, kâlimi yoruyor?
Doğrusunu Allah bilir, ama görünen o ki, mesela bakın, söz zenginiyim. Haddimi bilmeye gayret ederim ve atıp tutmak sûretiyle birilerine akıl vermekten hiç hoşlanmam. Yine de, baktığım ve kendimce gördüğüm nice resim vardır ve bu resimleri anlatırım. Sadece zenginlere dâir sıraladığım onca söz de bu cümledendir. Önceki tüm yazıları yazarken de, çevresini seyreden ve seyrettiklerini anlatan biriydim o kadar. Elbette bakarken “arayan, düşünen, çözümlemeye çalışan” olmak önemli… Bu, nice nâfile ibadetten daha makbul ve üstün sayılan “tefekkür”ü gündemimize getirmeli...
Yeri gelmişken, ben bir tefekkür zenginiyim. Bu şöyle bir şey: Sadece kitap okurken, ya da bir problemle, bir sıkıntıyla karşılaşınca değil, mesela yemek yerken, uykuya geçerken, oyun oynarken, gezerken, elişi yaparken, hatta komik bir şeye gülerken bile düşünüp kederlenirsiniz. Bu belki, “Benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız.” sözünün, ucundan da olsa bir tecellîsidir. Öyle ki, misafir olduğunuz bir kına gecesinde, kollarınızı kaldırmış oynarken bile, gözlerinizden yaş düşebilir. Çok düşünmek, bir yönüyle güzelse de, aslında pek külfetlidir. Zira ciddî bir beyin yorgunluğu demektir. Beyin yorgun olduğunda, bütün beden yorgundur.
Bana kalsa, levvâmeden öte hiç geçememiş, günah işlemekten hiç kurtulamamış, tevbeleri de (aynı yanlışları tekrarlayıp durduğu için) birer “günah çıkartma seansı”na benzeyip kalmış biriyim. Yine de hakkımda çıkmış olan güzel dedikodulardan hoşlanır, çirkin dedikodulardan üzülürüm. Çünkü zaaf zenginiyimdir ben… Öyle çok fazla yorgunluğa gelemem. Hem, “kulluk sözlerimi” yerine getirmek hususunda da, anlayamadığım bir atâlet içindeyim. Uykuyu zaten pek severim. Vaziyet böyle olunca, döktüğüm gözyaşlarının samimiyeti çokça sorgulanabilir. Lâkin tüm sorgulamalar karşısında “bilmiyorum” diyecek, kendini dahî bilmeyecek kadar cehâlet zenginiyim. Üstelik hakkımı yemeyeyim, işte bakın, cehâletimin farkında olacak kadar firâsetliyim.
Sağıma soluma ne vakit bakacak olsam, eksik, yamuk, yanlış ve çirkin bir şeyler görecek kadar radar bakışlıyım ya, gördüklerini hazmedemeyecek ve onlara sabredemeyecek kadar da sabırsızım. Bu durum beni çoğu zaman, acısı diline vurmuş, dırdır edip duran kocakarılar gibi şikayet zengini yapar. Doğrusu râzı olmak, eğer her olana sükûnetle sabretmekse, bende zerresi bile yok!.. Ama eğer bu, “Adam, aldırma da geç git diyemem, aldırırım!” diyenin hâli gibiyse, ne âlâ… Her hâl ü kârda, yanlışlıkların daha yumuşak, sâkin ve vakitlice dile getirilmesi gerekir, ama bunu çoğu zaman başaramam. Neyse ki, îcabında özür dilemeyi, Rabbim, bana kolaylaştırmıştır da, er ya da geç, helâlleşirim.
Buna rağmen, maddî borçlarım yanında, birikmiş kim bilir ne çok mânevî borcum vardır… Şaka maka, borç zenginiyim. Ömrümün her deminde parasızlıkla ya da alacaklısı olmakla imtihan edilmişlerdenim. Buna karşın, ne aç kalmışlığım, ne de çıplak gezmişliğim vardır. Üstelik, çoğu insandan daha iyisini yer, daha güzelini giyerim. Zira kan babamın tabiriyle, “Kedi gibi dört ayağımın üzerine düşerim.” Bu şu demek: Ne kadar sıkıntıda da olsam, dışarıdan bakanın anlayamayacağı kadar iyi yaşarım. Nasibim açık, hediye verenim çoktur.
İnsanların bana, “mânevî bir üstünlük” taşıyormuşum gibi baktıklarına, hürmetle yaklaştıklarına şâhit olurum. “Seni seviyorum” diyenim çoktur. Bunu çoğu zaman, “karşımdakilerin saflığına ve hüsn-i zanla bakma alışkanlığına” bağlayarak, kendimce korunmaya çalışırım. Vara-yoğa medih düzmekten ve lüzumlu lüzumsuz medihlerle okşanmaktan hiç haz etmem.
Gördüğüm kadarıyla, on parmağında on marifet olan becerikliler zümresinden, çulu çaputu dikip giyebilecek hamaratlardan olmam da işimi hep kolaylaştırır. Başkalarının dünyalarca para dökerek giydiği bir elbiseyi, ben, çok az bir parayla giyebilirim. Örgü örebilir, yufka açabilir, çeri-çöpü kullanılır hâle getirip satabilirim. Yazabilir, çizebilir, şarkı söyleyebilirim. Çok iyi konuşabilir, bir tiyatro oyununda iyi rol yapabilirim. Daha da ötesi, elimi kaldırabilir, lokmamı çiğneyebilir, saçımı tarayabilirim. Yürüyebilir, koşabilir, ağlayabilirim. Nefes alabilirim, belki en önemlisi… Hâsılı, tam bir kabiliyet zenginiyim. Gerçi bazen, “herkesin, istidâdı nisbetinde mes’ul olacağını” duymuşluğum, bu kabiliyetlerin, üzerimde ağırlık yapmasına sebep olur ve bazen, her ânımı faydalı bir işle geçirmek gibi bir mecburiyeti yoğun olarak hissederken, yorulurum. Dilerim bu yorgunluklar, tembelliklerimin kefâreti olsun… Dilerim hediye eden Rabbim şükrandaki âcizliğime yorsun, bana vermiş olduğu kabiliyetlerle, ihtiyacı olanlara, hatta bazen kendime bile faydalı olamayışımı...
Hazır, hızımı almışken, saymaya devam edeyim: Yedi yaşında ilk tavafını yapmış (Tavaf deyince, ille de Kâbe gelmesin aklınıza… Onu fotoğraflar dışında hiç görmedim.) sonra da, nasip bu ya, bırakamamış bir tavaf zenginiyim. Bir ateşin etrafında dönmüşlüğüm de, ateş olup etrafında dönülmüşlüğüm de çoktur. Bir ceylan tarafından avlanan avcı gibi, “vuranın da vuranı, güzelin de güzeli” olduğu gerçeğine iman etmişimdir. Bana bu sırrı hâliyle fısıldamış olan “güzel”e canım fedâdır… Gerçi can pek tatlı, öyle, biri için vermesi de kolay iş değil ya olsun, lafta bile olsa, “can fedâ edecek bir sevgilisi olmak” büyük zenginlik… “Sana kurban olurum canım!” diyebilmek, çok büyük bir lûtuf. Bazen uğruna ateşe atlamak gibi bir deliliği, bazen Züleyhâ’dan kaçmak gibi bir erdemi gerektirse de, “vallahi aşk, şu âlemde, bulunmuş ve bulunacak olan en kıymetli hazinedir.” Üstelik ben gâfil olsam da, olmasam da, bütün hücrelerim her dâim tavaf ederek, aşkın hakkını verir.
Gelin görün ki, bunca zenginliğime rağmen, bir o kadar da muhtacım. Sırf bu sebeple, kendimi bir de ihtiyaç zengini îlan etsem yeridir. Sevilmeye, anılmaya, aranmaya, sorulmaya muhtacım. Ümit verilmeye, alkışa, âferine, “canım benim” denilmeye, korunmaya, savunulmaya, hatalarımın örtülmesine muhtacım… Kendi dikenlerinin üzerinde mahsur kalmış bir gül gibi, dikenimin acısına katlanılmasına, güzel kokumun duyulmasına ve hakkımda hüsn-i zan edilmesine muhtacım. Çat kapı gelecek dosta, kafam esince, canım istediği gibi kapısına varacağım bir câna, şu üç günlük dünyanın biricik tadı-tuzu olduğu için, ölene kadar bana hayatı çekilir kılacak olduğuna inandığım o “deli”ye muhtacım. İliklerime kadar işlese de acısı, şifanın ta kendisi olan hasrete ihtiyacım var. Yaşamak bakışmaktır. O hâlde, karşımda olsun olmasın, gözlerimi hiç ayırmadan, rahatça ve sevgiyle gözlerine bakabileceğim o “cânân”a muhtacım. Ve sonra, belki de yakın bir zamanda, artık, kendi gözü kalmamış, bakışı da, görüşü de, sadece sevgilinin gözlerinden ibaret kalmış biri olmaya muhtacım.
Tüm bunların yanı sıra vesvese zengini olduğumu da belirtmeliyim. Çok devamlı olmasa da, ara sıra öyle çok vesvesem olur ki, sanki dünyada daha zengini yok zannederim. Bu vesveseler huzursuzluğuma sebep olsa da, çok ağırlaştırdıklarında ruhumu, kendimi himmet kapısında dikilmiş kalmış bulur, sonra bir nazarla kanatlanmış gibi olurum. Zenginliğimin bu yönünü daha fazla anlatarak, vesveseyi şımartmak istemem. Neme lâzım, sonra, “aman da beni ne çok konuşuyor” deyip, kendini pek önemli bir şey zanneder filan, gerek yok, geçelim.
Ve gelelim hasret zengini oluşuma... Birçoğunuz gibi, özlemleri, özlem ötesi derin özleyişleri bulunan, zaman zaman, özledikleriyle, vuslat içi hasret yaşayan biri… “Özlediklerim” dedim ya, aslında kişi olarak, öyle çok fazla sayıda değildirler. Onlar, elimi uzatmadan tutunduğum, gözümü açmadan seyrettiğim, gölgem gibi hep beraberimde gezinen, bir yönüyle mâlum, bir yönüyle meçhul canlarımdır. O kadar bendedirler ki, neredeyse “ben”dirler. Peki bunca yakınlığa rağmen hasret çekmek niyedir? Her hâl ü kârda yine de uzakmış gibi yanıklık hissetmek, doyulmayacak kadar tatlı, bulunmayacak kadar gizli, içine daldıkça uzaklaşan bir yakamoza benzemelerinden olsa gerektir… Evet, onlar, gecelerimi ışıl ışıl aydınlatan bir umut ve sevgi ışığına benzerler ve benim onları her dem özlemekten öte bir ibadetim neredeyse yok gibidir.
Tam burada, yön zengini olduğumu da belirtmeliyim. Müzisyenlik, yazarlık, şairlik, ressamlık, el sanatkârlığı, hatiplik, tüccarlık, hemşirelik, öğretmenlik, terzilik, çiftçilik, çöpçülük… Güzeller güzeli yaratıcım, bana hediyeler vermek hususunda o kadar cömert davranmıştır ki, biiznillâh, aç kalmam. Üstelik bunların her birini yapmak için güç de vermiştir. Daha da güzeli, bu gücü en titiz şekilde kullanmam için hassasiyet vermiştir. Hak katından bir lutuf olmak üzere, işimde titiz davranırım ve arkamdan bir başkasının yorulmasına gerek kalmaz. Fakat çoğu zaman, işle ilgili imtihanlarda yıpranmış, üzülmüş, bunalmışımdır. Benimle çalışmak gibi bir pozisyonda olanların çok sabırlı olmaları ve yorulmayı göze almaları gerekir.
Zira aynı zamanda, acayip bir eleştiri zenginiyim. Hele de aynı sözü birkaç defa söylemek zorunda bırakılmışsam, deliye dönerim. Aynı deliliği, birine aynı sözü defalarca söylettiğim ihmalkâr zamanlarımda, kendime karşı da hissederim. Böyle birinin, neler yapabileceğini bir düşünün. Evet, “benim, bana dost olma” mecburiyetim vardır ve bu sebeple “kendimden dayak yemişliğim”, “ağzıma biber sürmüşlüğüm”, “saçlarımı yolmuşluğum” çoktur. Hiçbir şey hissetmez olduğum zamanların dışında, genel olarak kalan tek şey: “Ne kadar da âdiyim” hissidir. Ama işte, zenginliklerimi sayabilecek kadar, üzerimdeki nîmetin farkındayım. Aslen, bu “kendini âdi hissetme” durumunun da başlı başına nîmet olduğuna inanmışımdır. Hem eleştirmek olumlu ve olumsuz yanları objektif bir şekilde değerlendirebilmektir. Bu sebeple, sırf gücüne güç katsın duâsıyla, hem kendime, hem başkalarına “çikolata almışlığım”, “ne kadar da güzelsin” demişliğim, “cân-u gönülden teşekkür etmişliğim” de pek çoktur.
Laf aramızda, bir de celâl zenginliğim var ki, Allah beni de, cümleyi de, hayırlısıyla nasiplendire… “Sâkin atın tekmesi pek olur.” demişler ya hani, o hesap. Çoğu insan, hanım hanımcık görüntünün ardında, hanımefendi gibi birini bekler, ama o hanım, bir sebepten ötürü dellendiği vakit durum değişir. Doğrusu, muhataplarımın beni “hanım” olarak algılamasından da memnun değilim. Ben, “insan” olarak karşılanmak ve ağırlanmak isterim. Çünkü Allâh’ın ruhlara tanımış olduğu kabuk ötesi bağımsızlığı çok severim. Evet, herkesi, özelikle de bir vesileyle muhatap olduklarımı, o rûhânî boyutta, kabuğa takılmadan karşımda duranlar olarak görmeyi arzu ederim. Sükûnete kavuşmuş herkesi, derin bir hayranlıkla seyrederim ama “icâbında Firavun boğmaya memur ve pek cesur bir deli dalga”ya da âşığımdır.
Hâsılı bilmem: Kimi zengin pek zengin, kimi zengin pek fakir... Kimi fakir pek fakir, kimi fakir pek zengin...
Ama hissederim: Zengin bir zengin yahut zengin bir fakirsen hoş... Fakir bir fakir yahut fakir bir zenginsen boş...
Sıraladığım “benceler”in ardından, “hakîkatte zengin miyim, züğürt mü?” Allah bilir… Mühim olan, üzerimde var gibi görünen zenginliklerin mahiyeti ne olursa olsun, öncelikle gelip geçici olduklarını, sonra da onlarla imtihan edildiğimi fark etmemdir. Bulunduğum noktada, ne şekilde ve ne niyetle durduğumdur aslolan…
Vesselâm.
YORUMLAR