Sözlükler zengini tanımlamış, demişler ki: “Parası, malı çok olan varlıklı kişidir.” Ya da, “faydalı, istenilen vasıfları çok olan kişi”dir. Ya da, mesela topraksan, “verimli”; elbiseysen, “gösterişli” olmandır.
Lâkin ben bu sözlüklere katılmıyorum. Bence zenginlik, bir şey (ki bu, toplumun “iyi” ya da “kötü” diyerek sınıfladığı her şey olabilir.) kendisine çokça lutfedilmiş olan kişidir. Aşağıda, kendimce sayacağım, bilumum “zenginlik çeşitlerini tesbite ömür adamış bir duayen” değilim. O hâlde, nasıl ki, sözlüklerin tanımı beni bağlamıyor, benim yorumlarım da elbet, hiçbir sözlüğü ve sözcüyü bağlamaz.
Şimdi gelelim sadede… İşte huzurlarınızda kâlimi yoran (bu arada “sen züğürt müsün ki” diye soracak olursanız, yazının sonunda cevabını inşallah bulacaksınız. Az sabredin…) zengin hâlleri:
Öncelikle “akıl zenginleri”nden bahsedelim: Bu kişiler, Allah’ın kendilerine çokça akıl lutfettiği kişilerdir. Onların kimi, bu aklı, Hak ölçüleri doğrultusunda kullanarak, nimetin hakkını verirler. Bir kısmı ise o akla fazlaca güvenerek, Yaratanını dahî inkâra kalkışacak derecede şaşırır. Akıl zenginliği denince, aslen, mevcut aklın nerelerde, ne şekilde, ne faydasına kullanıldığına bakmak gerek. Zira aklı az nicesi, o az aklını bereketlendirirken, aklı çok kimisi de, o çok aklıyla sapıtır.
Tam da akıl zenginlerine kafiye olacak bir başka zengin gurubu var ki, onlara “çakıl zenginleri” diyebiliriz. Çakıl mâlumunuzdur. Suyun sürekli aşındırması ile sivriliği kaybolmuş taşa, çakıl taşı derler. İşte kimi insanlar, bir denizin kenarındaki çakıl taşları gibi, sivriliklerini kaybetmişlerdir. Bu tip insanlar iki kısımdır ki, birinci gruptakiler, hiçbir sivri tarafları kalmadığı için, batılması gereken yerde de âtıl kalırlar. Öyle yer ve durum olur ki, birilerinin, uyuşuk bir teni canlandıran bir iğne gibi, ya sözü, ya bakışı ya da tavırlarıyla batması ve bir uyanıklığa sebep olması gerekir. İşte bu birinci kısım insanlar, bunu asla yapamazlar. Dolayısıyla, çakıllık açısından zengin, ama etkinlik açısından zayıftırlar. İkinci kısım ise, sadece gereksiz ve zararlı sivriliklerinden arınmışlardır ve icabında, tam da icab ettiğince müdahale ederek, bulundukları ortama rahmet sebebi olurlar. Zaten öyleleri olmasa, “nehy-i anil münker” denilen farz, belki de işlenmez olurdu.
“Duygu zenginleri” vardır bir de… Bunlar, Allah’ın kalbini incelttiği, değerli kişilerdir. Fakat eğer, tüm hayatlarını sadece duyguları eşliğinde yaşamaya kalkarlarsa, aklı ve mantığı bir kenara koyup reddederek, yalnızca duygularını esas ve rehber kabul ederlerse, elbette yanılma ihtimalleri büyük olur. Bunların bazısı, duygu zenginliğini yerli yerince değerlendirirken, bazıları, duygularının esiri olarak hatalara düşerler.
Duygu zenginlerine kafiye olmak bâbından, bir de “uyku zenginleri” vardır ki, onların hayatlarının çok önemli bir kısmı, uyumakla geçer. Bunlar da elbet kısım kısımdır. Bir kısmında uyku, tam bir gaflet hâlidir. Yer, içer, uyurlar… Bir kısmında uyku, yoğun bir dinlenme ihtiyacının yansımasıdır ve bunlar, yaptıkları bir işe mola vermek olsun için uyurlar. Bir kısmı ise, az ya da çok, elbet yine uyurlar; ama, öyle zengin bir uyku âlemleri vardır ki, onlara sırlar, uykuları sırasında açılır da açılır… Uykusu ibâdet olan bir zümre de vardır ki, Allah cümlemizi dahil eylesin… Eee tabî bir de, “ne de uykucu bu yaa!” diyerek, hakkında dedikodu edilirken, günahları dökülüp duran, uykuda oldukları için, haklarında kalem de işlemeyen bir tâife var ki, oh ne âlâ… Hani, Allah bizi kimsenin dedikodusuna malzeme etmesin, derdim ama… E canım, onlar da dillerini tutsunlar!
Gelelim “göz zenginleri”ne… Bunlar, gözlerinin fizîkî güzelliğiyle ciddî anlamda dikkat çeken, kaşları, kirpikleri, gözbebekleri, bakışlarındaki tatlılık ve mânâ ile sanki sırf gözden ibaretmiş hissi veren bir güzellik taşırlar. Onların gözlerine bir defa bakan, meftun olur. Bunlardan bazısı, ağızlarını açıp konuşmaya başlar başlamaz güzelliklerini kaybederler. Çünkü her ne kadar gözleri pek güzelse de, görüşleri kesinlikle berbattır ve bir fikir beyan etmekle, bütün câzibelerini yitirirler. Bazısı ise, gözlerindeki güzellikle beraber, görüşlerinde de son derece isabetlidirler ki, öyle gözü de, öyle görüşü de elbet, dostlar için dilemekte fayda olsa gerektir.
Göz zenginlerine kafiye olmak babından, hemen “öz zenginleri”nden bahsetmekte yarar var. Öz zengini dediğimiz kişiler, gönül âlemi itibarıyla pek renkli ve dolu dolu insanlardır. Belki çok fazla fizîkî câzibe taşımazlar; ama sanki onlar, kürksüz bir zengine, ya da belki, harabe kılıklı birer hazineye benzerler. Dışlarından hemen anlamak zordur ya, sabredenler, tanıdıkça ve anladıkça, bu kişilerin daha da kıymetlendiğini ve güzelleştiğini görebilirler.
“İbadet zenginleri”; Hak katından bir gayretle, farzlarına nâfileler kata kata ibadet edenlerdir. Özellikle namazları ve oruçları, ömürlerinin büyük bölümünü kaplar. Namazlarını uzun uzun kılar, oruçlarını yaz-kış demeden ve aksatmadan devam ettirirler. Ne mutlu onların bir kısmına ki, bunun Hakk’tan lutuf olduğu bilinciyle, mahviyet içindedirler. Fakat onlar arasında öyleleri de vardır ki, bu zenginliği, “desinler” hevesine kurban edip, yorulduklarıyla kalırlar. Birileri methetsin, birileri “vayy bee!” desin için yapılan ibadetin, yani, böyle bir ibadet zenginliğinin, elbet faydası da umulmaz.
Hazır ibadet zenginlerinden konu açılmışken, hemen burada, “hıyanet zenginleri”ni de söylemek gerek. Onlar, kendilerine bir emanet verildiği vakit, onu nasıl kendi çıkarları için kullanabileceklerinin hesaplarını yapmaya başlayan, aptallar zümresidir. Hainlikleri o kadar çoktur ki, onları da bu alanda zengin kabul etmek, yanlış olmaz. Aldığı vazifeyi, verdiği sözü unutmak, kul hakkına sebep olacak her türlü davranışta bulunmak, bu zümrenin genel âdetlerindendir.
Kelime yakınlığı itibarıyla, sıraya, “kıyafet zenginleri”ni alalım: Onlar, dolaplarında kat kat elbiseleri olan, hatta üzerlerine olanı da, olmayanı da orada tutan, eskilerine bile kıyamadıkları için, yenilerinden zaten hiç, birilerine veremeyen tiplerdir. Çok uzun yıllar öncesinden kalma, birçok kıyafeti de, aynı sebeple elden çıkaramazlar. O kadar ki, bir sergi açacak kadar elbiseleri birikmiş olur. Kızım büyüyünce giyer, gelinime hediye ederim, şu şundan hatıra, bu bundan yâdigâr, derken, yüklerini iyice artırırlar. Buna rağmen, öyle pek de aman aman giyinmediklerini, hatta bazen yakıştırmayı bile beceremediklerini görürsünüz. Böylelerinin zenginliği, dünyada da, âhirette de kendilerine fayda vermeyip, genellikle ölünce, işe yarayacak gibi olanlara onun-bunun el koyması, kalanlara ise uğraşılmayıp bir kibrit çakılmasıyla sona erer.
Ah bir de “faaliyet zenginleri” vardır. Onlar, ne zaman sorsanız, pek yoğundurlar. Çeşit çeşit kurslara ve toplantılara katılır, büyük büyük işlerin peşine düşerler. Hat kursu, ney kursu, Arapça, Osmanlıca, İngilizce, daha bilmem nece nece… Sonra, ne zaman arasanız bir toplantıları olur. Dilleri o kadar alışmıştır ki, onlar için, biriyle oturup çay içmek ya da bir tek hususu bir tek kişiyle görüşüyor olmak bile toplantı yapmaktır. Üstelik öyle işe yarayacak bir sonuç da çıkmaz bu toplanmalardan… Ama hani, dostlar alışverişte görsün hesabı, yine de hiçbir faaliyetten geri kalmazlar. İşin ilginç tarafı, yabancı dil kursuna giderler, ama daha doğru düzgün Türkçe konuşamazlar. “Nereye gidiyorsun” diye sorulduğunda, (meselâ) “derse gidiyorum!” demek, nefislerini ayrı bir okşayışla okşuyor olmalı ki, seslerinin tonu, yüzlerinin ifadesi değişir. Hâsılı birçok işi yapıyor gibi görünür, ama hakikatte tek birini bile tamamlamazlar. Bu hâlleriyle, başladığı her elişini yarım bırakmış, bu nedenle de çeyizi bir türlü hazır olamamış, maymun iştahlı, yaşı da biraz geçkince kızlara benzerler. Faaliyet zenginliğinin böylesinden hayır geleceğini sanmam. Bir de, gerçekten vaktini dolu dolu geçiren faaliyet zenginleri vardır ki, Allah onları başımızdan eksik etmesin. Bizleri de onların hâlinden nasiplendirsin.
Elbet bahsetmeden geçmek olmaz, bir de “para zenginleri” vardır. Bunlar da kısım kısımdır. Kimisi, zekâtını vererek, malını, parasını temizler paklar. Kimisi, zekâtla yetinmeyip, sadaka da vermek sûretiyle gönüllere girerek, parasını cennete yol etmeyi bilir. Kimileri ise, bu zenginliği kendilerinin zannedip, sadece kendi zevklerine harcarlar ki, ne kadar da vahimdir. Para zenginlerinin kimi parayı cebinde taşırken, kimi de gönlünün en özel yerine almıştır. Bunlardan bir kısmı, cebinde akrep bulunan gürûhtan, bir kısmı ise, cebinde delik var hissi uyandıranlardandır. Her ikisinin tam ortasında, îtidalli zenginler de yok değildir elbet… Hâsılı, bu para zenginlerinin kimi cennete, kimi de cehenneme doğru yollanır durur da, farkına ya varır, ya varmazlar...
Para demişken, bir de “yara zenginleri”ni anmak gerekir ki, onlar da pek özel kişilerdir. Zira her birinin çeşitli sebeplerle açılmış nice yarası vardır. Kimisi derin, kimisi yüzeyde bu yaralar sebebiyle, onları genelde inlerken bulursunuz. Bunlardan kimisi isyan ile, kimisi duâ ile, kimisi naz ile inler durur. Bazıları yarası için merhem aranırken, bazıları yaranın bizzat kendini merhem kabul eder. Anlayacağınız, bu gürûh içinde de, hem zenginliğinin hakkını veren, hem o zenginliği fakirliğe çeviren, elbet vardır.
Âh âh! Yara deyince, sızılarım coştu yine… Siz ne yapacaksınız bilmem, ama ben gidip, şu sızlayan yaramı seveyim.
Hem, az-buz yormadık kalemi, bu yazıda bu kadarı yetsin de, nasipse diğer yazıda, kâlin devamı gelsin… Müsaadenizle…
YORUMLAR