Hakikî bir ilim âşığı, mütevâzî bir kul, muhabbetli bir ümmet, Allah ve Rasûlü’nün yolunda hizmete adanmış bir hayat… O, zarif ve gözü yaşlı duâlarıyla bizim Hakk’a açılan elimiz gibidir. O zenginliğin içinde mahfiyet libasına bürünmüş bir âbide… O, “Şifâ-i Şerif”le gönüllere muhabbet dokuyan bir hizmet eri… Bu sayımızda Muhtereme Zehra Eriş Hocahanım ile tanışıp “Şifa-i Şerîf”e ve muhabbet diyarına, yani Allah Rasulü’ne doğru yol almaya niyet ettik, buyurun.
Efendim, sizi biraz tanıyabilir miyiz?
Âlimlerimiz, “Euzü billâhi mineşşeytâni’r-racîm. Bismillâhirrahmanirrahîm. Allâh’ım hayırlı olan ilmi bana öğret!.. Öğrettiğin ilimden de bana faydalanmayı nasip et!..” diyerek derslerine başlarmış. Ben de her dersime böyle başlamaya gayret ederim. Röportajımız da hayırlara vesile olsun, inşâallâh…
Anne ve babamın İslâmî bilgisi yoktu, çünkü dindar bir çevrede yetişmemişlerdi. Cumhuriyet zamanı çocukları ve tahsilli insanlar olduğu gibi, ikisi de ilmi seven kimselerdi. Babam, İktisat Fakültesi’nde hocaydı, hasta olduğu için genç yaşta vefat etti. Ben ilkokulda okurken babaannemle birlikte Gönenli Mehmed Efendi’nin sohbetlerine katılırdım. Belki çocuk rûhumla o sohbet ortamından aldığım feyz ve bereket hürmetine olsa gerek, ilkokulu bitirince babama:
“-Ben erkeklerle karışık okulda okumak istemiyorum!..” dedim.
Ailemizde bu anlayışta kimse yoktu ve ben ilkokul beşinci sınıfı yeni bitirmiş, daha küçük bir çocuktum. Büyüklerin sohbetlerini anlamasak bile o ortamların feyzinden bile nasiplenmek çok önemli demek ki… Babam, benim bu iştiyakım sebebiyle bir araştırma yapmış, kendisi o sıralarda İlim Yayma Cemiyeti’nde ikinci başkan görevindeydi. Orada babama Fazîlet Kız Kur’ân Kursu’ndan bahsetmişler. Fazilet Kur’ân Kursu, hem dînî ilimler, hem de fennî ilimleri beraber veren bir kursmuş.
Babam bunu duyunca beni oraya verdi. 1974 yılında buraya ilk gidişimde ilk dersimi müdürümüz Abdullah Bey’den aldım. Babam, Abdullah Bey’in odasını girince:
“-Haydi kızım, git, hocanın elini öp!..” dedi. Ben de Abdullah Hocamın elini öpmek için yeltendiğimde, Abdullah Hocam, bana:
“-Kızım, bak, sana kurstaki ilk dersini söylüyorum: «Bundan sonra hiçbir nâmahremin elini öpme ve tokalaşma!»” dedi.
Benim hayatımda el öpme veya tokalaşma devri, o anda bitti. Bir daha hiçbir nâmahremin elini tutmak nasip olmadı, elhamdülillah!.. Abdullah Hocamın babacan tavrı ile verdiği o ilk ders, benim gönlüme çok iyi geldi ve ilk ilim zevkini orada tattım. Kursa başladığımda dine dair hiçbir bilgim yoktu. Yeni başlayan arkadaşlarım daha önceden kurslarda okuyup gelmiş, düzgün Kur’ân okuyan, alt yapısı olan arkadaşlarımdı. Bizi seviye tesbit yapmak için bir aylığına hazırlık sınıfına aldılar. Bu bir aylık döneme göre bir sınav yapılacak ve iyi olanlar birinci sınıftan başlayacaklar, seviyesi uygun olmayanlarda hazırlık sınıfından başlatılacaklardı.
Ben, “Bilgim yok!” diye önce üzülmüştüm, ama hocalarımın en başta aşıladığı ilim zevki sayesinde bir çalışma azmi geldi ki, anlatamam. O bir ay içinde zevkle gece-gündüz çalıştım. Bunu, birinci sınıfa atlamak için de yapmadım. Bu, yeni öğrendiğim bilgilere olan merak ve ilgimdendi. Allah selâmet versin, bir Güner Hocamız vardı. Benim azim ve ilgimi fark etmiş ve hazırlık okumam gerekirken birinci sınıfa aldırmış. Hattâ anneme de:
“-Kur’ân kursunda okumamış, ama ondaki azim çok farklı!.. Bu yüzden ben onu birinci sınıfa alacağım.” demiş.
Gerçekten o bir aylık dönemde, bir yıl kurslarda okuyan arkadaşlarımı geride bırakacak şekilde bir performans sergilemiştim. Bu, benden değil; bu azim, hocalarım sayesinde olmuştur. Çünkü onlar bana ilim sevgisini verdiler. Allah bize de talebelerimize ilim sevgisi vermeyi nasip etsin, inşâallâh!..
Velhâsıl kurs hayatım hep çok güzel geçti. Fazilet Kursu’nda altı yıl okudum, beş yıl da hocalık yaptım. Bu kursta okurken liseyi dışarıdan bitirdim. Az önce de ifade ettiğim gibi, biz sadece dînî eğitim değil, fennî ilimleri de alıyorduk. Yani normal lise ile imam hatip lisesinde gösterilen derslerin hepsini alıyorduk. Ama alanında ihtisaslaşmış kıymetli hocalardan tabiî... Matematikten fiziğe varana kadar her ilmi almak, çok şey kattı bize... Biz dışarıdan imtihana girdiğimizde hocalar bizim bilgimize hayran kalırdı. Tabiî yatılı kursun bereketi bu... Babam, hafta sonları beni almaya gelirdi. Kursu o kadar çok severdim ki, babam hafta sonları gelmese de ben kursta kalıp biraz daha ders çalışsam diye duâ ederdim. Burada şunu ilave etmek isterim; ilim, bir yerlerden, bir şekliyle elde edilir. Ama o muhabbet, aşk ve feyz, ancak ehlinden alınabilir. Biz de Allâh’ın izni ile o ehil insanların elinden ilmi alan bahtiyarlardandık.
Siz kursta okurken öğrendiklerinizi âilenizle paylaşır mıydınız?
Paylaşmak ne kelime, hiç susmazdım ki... Kursta hocalarımın anlattığı her şeyi not alırdım. Çünkü hafta sonları bu bilgilerden habersiz olan anne-babama anlatmak zorunda olduğumu hissederdim. Cuma akşamı babam almaya gelince ben eve gidene kadar hiç susmadan öğrendiklerimi heyecanla anlatırdım. Babacığım, hasta olduğu halde hiç sesini çıkarmaz, dinlerdi. Eve varınca da anneme anlatırdım. Hafta sonlarım hep böyle öğrendiklerimi evdekilere anlatmakla geçerdi. Anne-babam da mutlulukla dinlerlerdi, hattâ anlattıklarımın tesiri ile olsa gerek, o sene hacca gittiler. Tek aileme değil, akrabalarıma da anlatırdım. Onlar da etkilenerek kızlarını bu kursa gönderdiler. Ancak gelen akrabalarım pek kursta kalamadı; birisi bir dönem, birisi iki ay kadar, birisi de bir sene okudu.
“-Niye bıraktınız?” diye sorduklarında:
“-Kursun yemekleri çok kötü, sınıflar çok soğuk, yatakhanelerde haşeratlar var!” demişler.
Gerçekten çok soğuktu. Koca sınıfın ortasında küçük bir soba vardı. Sınıfımız barakalardan yapılmış, derme çatma bir yerdi. Ayağımızdan mestleri çıkarmazdık. Sular buz gibi, 50-100 kişilik yatakhanelerde, paslı ranzalarda yatardık. Şahsımıza ait bir dolabımız zaten yok!.. Yatağımızın altındaki küçük çantalarda eşyalarımız... Yatakhanemiz eski bir köşktü ve gerçekten haşeratlar da çoktu. Şimdiki kurslarda okuyan öğrencilerimiz, o kursun şartlarını hayal bile edemezler. Ama bu saydığım olumsuzlukların hiçbirisi gözüme gözükmedi. Hatta annem bana sormuş:
“-Kızım sizin okulunuzun yemekleri çok kötüymüş, hep aç kalıyormuşsunuz; çok soğukmuş öyle mi?!” demiş. Ben de:
“-Anneciğim, ben oraya yemek yemek için veya rahat etmek için gitmedim ki!.. Ben oraya ilim öğrenmek için, okumak için gittim.” demişim.
Ben söylediğimi hatırlamıyorum, ama annem hâlâ anlatır. Gerçekten kursla ilgili benim hiç şikâyetim olmadı. Meselâ kurslarda genelde âile hasretiyle ağlayan çok olur. Ben hiç ağladığımı hatırlamıyorum. Ama yaz tatiline girerken kurstan ayrıldığım için ağlardım ve Allah’a duâ ederdim:
“-Allâh’ım, benim canımı yazın alma!..” diye…
Hep ilimle meşgul olurken ölmek isterdim. Hep bir koşuşturma içinde geçerdi günlerimiz; yemekhaneye koşardık, banyolar çok yetersizdi, dakika ile girerdik. Sanki tayy-i zamanda gibiydik. Çok mâneviyatlı, huzurlu günlerdi. Kimse kimseyle tartışmaz, kavga etmez, hattâ en küçük tatsızlıklar bile yaşanmazdı, elhamdülillah! Biraz önce de ifade ettiğim gibi, Fazilet Kursu’nda beş yıl talebelik, altı yıl da hocalık yapmak nasip oldu. Ardından İlahiyat eğitimimizi tamamladık. Değerli hocalar, güzel dostlar edindik. En önemlisi de ilmi, hakiki mânâda tattık, o yıllarda...
Sizin üzerinizde bu kadar tesir bırakan ve ilmi bu derece sevdiren hocalarınız kimlerdi, o dönemde?
Hocalarımız öyle iyi insanlardı ki, daha yüzlerine bakınca o feyzi görebiliyordunuz. Onlardaki o ilim coşkusu bambaşka idi. Hepsinin yüzünden feyiz akardı sanki… Rabbim hepsinden râzı olsun.
En çok tesiri altında kaldığım, benim hayatımı şekillendiren kimse, Mahmud Bayram Hocamız’dı. Beni etkileyen yönü de tesir gücü idi. Ne söylese aşkla, şevkle yapardık. Saf Sûresi, 2. âyet-i kerimesinde geçer ya, “Ey îman edenler niçin yapmadığınız şeyleri başkalarına «Yapın!» diye söylüyorsunuz. Hâlbuki bu, Allah katında büyük bir vebaldir.” diye…
İşte Mahmud Bayram Hocamız, hep yaşadığını söylüyordu. İslâmiyet’i büyük bir samimiyetle yaşıyordu. Talebesine verdiği en büyük değer, bu ihlâs ve samimiyet duygusuydu. Ben ondaki hizmet aşkına hayrandım. Acayip bir hizmet aşkı vardı. Yırtık ayakkabıları ile gelirdi. Bazen bakardık, yeni bir ayakkabısı olurdu ayağında, birkaç gün sonra dikkat ederdik yine eski ayakkabıları giymeye başlamış. Hatta babam da bir gün kendisine ayakkabı hediye etmiş. O ayakkabıyı ayağında göremeyince sormuş ne olduğunu… Mahmud Hocam da:
“-Teşekkür ederim, beğendim. Ama muhtaç bir talebeme verdim!” demiş.
Bize Arapça’yı da çok sevdirdi. En güzel şekilde öğretti. İlahiyat’a gittiğimizde hocalarımızın takdir ettiği seviyede bir Arapçamız vardı onun sayesinde... Kasîde-i Bürde’yi okur ve bize de Cuma günleri hastalara okumamızı tavsiye ederdi. Hayatımın her döneminde hocamızla ilgili bir hâtıram vardır. Orta üçüncü sınıfta iken bir gün sınıfa Arapça’dan bir soru sordu. Biz çok heyecanlıyız. Ben hemen kalkıp cevap verdim ve hocamın beni taltif etmesini bekliyorum. Mahmud Hocam, bana:
“-Zehra abla, böyle her şeyi bilmekle olmuyor! İyi bir ev hanımı olmalıyız. İyi yemek pişirmeliyiz. Meselâ yatağımız çok düzgün olmalı…” dedi.
O zamana kadar ben hiç yemek pişirmediğim gibi buna hiç ilgi de duymamıştım. Kursta yatağını düzgün yapanlara hediye veriliyor; birinci olanlar takdir ediliyordu. Ama bu da benim hiç ilgimi çekmiyordu. Bayan hocalarımızın yatak düzeltme hususundaki söyledikleri bana hiç tesir etmiyordu. Ama Mahmud Bayram Hocamız böyle söyledikten sonra yatakhane birincisi hep ben oldum. Hâlâ her yatak düzeltişimde Mahmud Bayram Hoca aklıma gelir, iyice özenirim. Yemek yapmaya da merakım, hocamın o sözünden sonra başladı. Her hafta sonu eve gidişimde yemek yapmaya başladım.
Başka tesirini hissettiğim hocalarım da vardı tabiî… Adalar müftüsü Fahrettin Dinçkol Hoca, Hatice Suat Hanım, Aynur Mısıroğlu hocalarım da bambaşka insanlardı. Hüseyin Suûdî Erdoğan, Naim Erdoğan, Ali Fikri Yavuz Hoca, bir de Ayşe Gülden Bayo Hocamız vardı. Biz ona, “Aspirin Hoca” derdik. Kursta nerede ihtiyaç varsa, Ayşe Gülden Hocam hep orada olurdu. Bir gün derste bize:
“-Bana «Yemeklerin niye bu kadar lezzetli oluyor?» diye sorarlar. Ben de onlara lezzetli yemeklerimin sırrını şöyle açıklarım: Bir, yemeklerimi abdestli pişiririm. İkincisi yemeğimi yaparken devamlı Kureyş ve Kevser Sûrelerini okuyup hep salavât-ı şerîfe getirmeye çalışırım. İşte bu, benim yemeklerimin sırrıdır!..” demişti.
Hocamın bu sözünden sonra bu sırları ben de hep uyguladım. Yiyen insanlara gafletimin bulaşmasından korkarım. Bu da ayrı bir vebal çünkü… Ayşe Gülden Hocam, her sene hacca gider ve:
“-Günahlarımdan şu kadar daha kaldı!..” derdi.
Çok hissiyatlıydı. Allah rahmet eylesin, genç yaşta vefat etti. Ben onun şehîden vefat ettiğini düşünüyorum. Bir kurs talebesine matematik dersini sevdirecek kadar talebeleri ile ilgilenirdi. Ravza Saylan Hocam da çok ihlâslı idi. Türkçe derslerimize girerdi. Bir gün bize:
“-Sabah namazından sonra yatmamak lâzım... O vakitler bereketin yağdığı vakitlerdir. Yahudiler bile yatmazlar, bir şeyle meşgul olmasalar bile o vakitte uyumazlar!..” demişti.
Biz de ondan sonra sabah namazlarından sonra uyumayı terk etmiştik. Velhâsıl bu örnekler gösteriyor ki, yaşadığın zaman tesir ediyorsun. Hatice Suat Hocamız, bize:
“-Kızım, ben yolda yürürken karşıdan bir delikanlı gelse, (hocamız kız veya erkek hepsine delikanlı derdi) ben genç de olsalar onlara yol veririm. Çünkü o bana çarpıp da incitince onun kötü âkıbetine sebep olmak istemem ve yolun kenarına geçer, «Buyrunuz, geçiniz evlâdım!.» derim.” demişti.
İşte bu kadar zarif bir mü’min gönlüne sahipti, hocam… Hatice Suat Hocamız da Hadis dersimize girerdi. Ben orta ikinci sınıftaydım; o zamanlar bir gün derste, “Kimin üç kızı olursa…” hadîs-i şerîfini öyle bir iştiyakla anlattı ki, ben hadisin gerisini bile dinlemeden ellerimi açıp:
“Allâh’ım! Bana üç tane kız çocuğu ver; onları senin yolunda yetiştireyim. Sonra da eğer istiyorsan bir tane erkek çocuk ver!..” diye çocukça duâ etmiştim.
Bu duâmın kabul olduğundan o kadar emindim ki, evlenip ikinci çocuğum erkek olunca şaşırdım; ben üç tane peş peşe kız bekliyordum. Beyime bunu anlattığımda:
“-Belki o da benim duâmdır!..” demişti.
Hadîs-i şerîfte “peş peşe kız” diye geçmiyor gerçi, ama sonuçta duâm kabul oldu. Üç kız, bir erkek çocuğum oldu. Elhamdülillah, üç kızım da İslâm’dan hiç taviz vermeden okudular. Kızım, lise ikinci sınıfta okurken “Millî Güvenlik Dersi’nde başlar açılacak!” diye emir geldi. Biz onu hemen okuldan aldık. Sağ olsun, hiç itiraz etmedi. O yıl onu kursa verdik. Sonra durumlar düzeldi. Tekrar okuluna dönüp bitirdi, elhamdülillah!.. Hep duâ ederdim:
“-Allâh’ım, benim evlatlarım da, Ümmet-i Muhammed’in evlatları da sana emanet! Onların kalplerine mârifetinle, muhabbetinle tecellî et!” diye…
Muhammed İkbal’in bir sözü vardır:
“Türklerin üzerinde oynanan oyun, dünyada hiçbir milletin üzerinde oynanmamıştır. Fakat onlar her şeye rağmen Allah yolunda gayret ediyorlarsa, bu, onların ecdatlarının onlara yaptığı duâların bereketidir!” diye… Demek ki, biz de kendi zürriyetimize ve nesillerimize mutlaka duâ etmeliyiz.
İbrahim -aleyhisselâm- başta olmak üzere, bütün peygamberler de zürriyetlerine duâ ederek bize örnek olmuşlardır, değil mi hocam?
Evet, bütün peygamberlerin duâsı var. Namazlarımızın ardından özellikle İbrahim -aleyhisselâm-’ın nesline yaptığı duâları vird hâline getirmeliyiz. Furkan Sûresi’nin son âyetinde de zaten:
“(Rasûlüm!) De ki: (Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?...” (el-Furkan, 77) buyruluyor.
Bu hususta bir hâtıram aklıma geldi. Hanımlarla yaptığımız bir tefsir dersimiz var. Biz bu grupla 27 senedir ders yapıyoruz. Her sûre bittiğinde herkese soruyorum:
“-Sizi en çok etkileyen âyet hangisi?” diye…
Furkan sûresini yeni bitirdiğimizde de aynısını yaptık. Çok feyizli bir ortam… Herkes en çok hangi âyetin tefsirinden etkilendiyse anlatıyor. Grubumuzda bir kardeşimizin 3-4 yaşlarında uslu bir kızı var. Annesi ile hep derse gelir; ders boyunca boya kalemleri ile resim yapardı. Herkes bitirince bu kızımıza da sordum:
“-Merveciğim, sen en çok hangi âyetten etkilendin?” dedim. Fakat cevap vermesini bile ummuyorum, çünkü çok küçük… Çocuk, elindeki boya kalemini ciddiyetle kenara bırakıp:
“-Bence…” deyip durdu. Herkes pür dikkat onu dinliyor. Ama çocuk, tekrar:
“-Bence Furkan Sûresi’nden en çok etkilenilmesi gereken âyet, son âyet… Bizim duâmız olmasa, Allah bize niye değer versin ki?!” dedi.
Hepimiz bir müddet donup kaldık. Hiçbir şey söyleyemedik. O yavrumuza:
“-Yavrum, Allah sana farklı bir basîret lutfetmiş; sen inşâallâh hâfız olursun!..” diyerek duâ ettim. Cemaatimiz de:
“-Âmin!..” dedi.
Gerçekten o kızımız şimdi hâfız... Orada anladım ki, bu ilim, gönül işi… Hani Fîl Sûresi’nde, “Rabbinin ne ettiğini görmedin mi?” diye mânâ verilir, bu yanlıştır. “Elemtera keyfe…” yani “Nasıl ettiğini görmedin mi?” diyor. Biz hep “kemiyyet”e, yani sayıya veya zâhire takılıyoruz!.. Önemli olan “keyfiyyet”; yani “nasıllık” ve “kalite”… Her şeyde kalitemizi sorgulamalıyız; namazlarımız kaliteli mi, derslerimiz kaliteli mi ya da anneliğimiz veya kulluğumuz ne keyfiyette?!
Evliliğiniz de Mahmud Bayram Hoca vesilesiyle olmuş, değil mi?
Evet, evliliğim de onun vesilesi ile olmuştu. Babamdan söz almış:
“-Zehrâ, benim mânevî kızım; benim onaylamadığım birisine onu vermeyeceksin!” demiş.
Beni istemeye gelenleri babam, Mahmud Hocam’a yönlendirirdi. Hocam, eşime kadar kimseyi kabul etmedi. Ama eşimle tanışınca:
“-Kızım, ben bu gençte îmân ve ihlâsı gördüm. Belki sen ilim ehli ile evlenmek isterdin, ama bu oğlumuzda hakikî bir samimiyet var!..” demişti.
Allah râzı olsun! Eşim, gerçekten hocamın dediği gibi birisidir. Çok cömert, merhametli, samimi bir müslüman… Uzunca bir nişanlılık dönemimiz oldu. Evlenince balayına hacca gittik, elhamdülillah… Oraya giderken Mahmud Bayram Hocamızın bir hâtırası aklıma geldi. Bir dersimizde hocamız:
“-Kızım hacca giderken uyanık olun. Oraya gidenler, «Duyûfu’r-Rahman» (Rahman olan Allâh’ın misafiri) ve «Duyûfu’n-Nebî» (Peygamber Efendimizin misafiri) olurlar. Onların suyu, sabunu; iç ceplerinde olur. Bir hata işleseler, hemen Rahman olan Allah, onları affedip temizler. Eğer siz orada gördüğünüz bir eksikliği söylerseniz veya ayıplarsanız, siz kaybedersiniz!..” demişti.
Ben de âcizâne, gitmeden şöyle duâ ettim:
“-Allâh’ım, orada kimsenin hatasını bana gösterme!.. Benim hatamı da kimseye gösterme!..”
Gerçekten hacca dâvet edildiyse bir insan, Allâh’ın affı için seçtiği özel bir kuludur. Hani bir atasözü vardır, “Îmanla paranın kimde olduğu belli olmaz!..” diye… Bu yüzden orada insanlara bu gözle bakmak lâzım.
Evliliğim, sıkıntılı bir döneme denk gelmişti. Babacığım yeni vefat etmişti. Kayınvâlidemlerle iki sene aynı evde oturduk. Evlendiğim zaman haremlik-selâmlık hususunda çok mücadele ettim. Allah râzı olsun, eşimin âilesi çok iyidir. Ama bu haremlik-selâmlık meselesini, kayınvâlidem pek kabullenemedi. Dış kıyafetle de olsa kayınlarımın yanına çıkmadım. Haremlik-selâmlığın dikkat edilmediği hiçbir ortama zaten hiç girmedim. Ama aile içinde durumlar gerilince, geceleri teheccüdde ağlayarak:
“-Allâh’ım! Ben bunu, senin emrin olduğu için yapıyorum. Babacığım da yok! Bana yardım edecek kimse yok!.. Sen kimsesizler kimsesin, bana yardım et!” diye duâ ederdim.
Beyim:
“-Sen doğru olanı yap!..” derdi. Fakat ailesine de durumu anlatamazdı. O gece:
“-Yâ Rabbi, âilem dağılma noktasına geldi. Sen bana doğru yol neyse onu göster!..” dedim. Sadece dış kıyafetimi giyip, “hoş geldiniz!” demeye niyetlendim. Sabah da bu düşüncemi beyime söyleyince:
“-Böylesi daha iyi olur!” dedi.
Ama ben hâlâ tedirginim. Annem, bana pek gelmezdi. Babam vefat ettiğinde kırk yaşında dul kalmıştı. Çekinirdi gelip gitmeye… Bana hiç gelmeyen annem, o gün beni ziyarete geldi. Kayınvâlidem namaz için başka odaya geçince anneme:
“-Anneciğim, artık ben çok bunaldım. Bu haremlik-selâmlık meselesi yüzünden işler zorlaştı. Ben abiyemi (feracemi, Araplar bu şekilde isimlendirmişlerdir) giyip kayınlarımın yanına çıkacağım herhalde!..” dedim. Annem:
“-Kızım, tâviz, çorap söküğü gibi gelir!.. Bak, biz İslâm’ı öğrenip yaşayamadık, ama seni hep takdir ettik. Sen bizim yapamadığımızı yaptığın için seninle gurur duyduk. Eğer Allâh’ın emrinden tâviz verirsen, sana emzirdiğim sütü haram ederim!..” dedi.
Bu sözler, benim geceki duâlarımın cevabı idi. Ben neyin doğru olduğunu kestirememiştim. Rabbim, o gün annemi bana göndermiş ve dîni pek yaşayamayan annemle beni uyarmıştı. Ben artık kararımı vermiştim ve tâviz vermeyecektim. Allah razı olsun beyimin de desteği ile biraz daha mücadele edildi, ama sonra herkes beni anladı. Takdir eden etti, etmeyen etmesin, ne yapalım?! Eşimin âilesi, düğün alışverişlerinde hiçbir şeyden kaçınmayıp:
“-Şânımızdır!” diye her şeyin en iyisini, özellikle en markalısını tercih ederlerdi. Sırf markalı eşarplar takmamak için evlenince hep siyah örtmeye başladım. Biz Müslüman olarak Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi sâdeliği ve tevazuu tercih etmeliyiz.
Bizim değerimiz, Allâh’ı tercih ettiğimiz kadar... Allâh’ın emirlerini mi tercih ediyoruz, dünyanın emirlerini mi?! Bu soruyu yüreklerimizde sürekli tazelemeliyiz.
“Şifâ-i Şerîf”le ülfetiniz ne zaman ve hangi vesile ile oldu?
“Şifâ-i Şerîf”le ülfetimiz, kurs yıllarında iken başlamıştı. Ama pek şuurlu değildi. “Şifâ-i Şerîf”in ilk tercümesini yapan Hüseyin Suûdî Erdoğan, bizim hocamızdı. Onunla farkında olmadan başlayan ülfetimiz, İlahiyat’taki M. Yaşar Kandemir hocamızın peygamber sevgisi ile şuurlu hâle geldi, diyebilirim. M. Yaşar Kandemir hocamız, aşkla Şifâ-i Şerîf’ten örnekler verirdi ve:
“-Şifâ-i Şerif olan evde huzur olur. Şifâ-i Şerîf’in içinde bulunduğu hiçbir gemi batmamış.” derdi.
Hattâ başka bir hocamız da:
“-İçiniz daraldığında Şifâ-i Şerîf’in Arapçasını açıp bakın, hüznünüz dağılır!..” demişti.
Gerçekten şifâ, anlatılmaz yaşanır. Elhamdülillah, Arapçamız Mahmud Bayram Hocamız sayesinde bir hayli iyidir. Arapçasından okuduğumuz için lezzeti bambaşkadır. Şifâ-i Şerîf’te Aliyyü’l-Kârî’nin şerhinden çok faydalandım. O zamanlar şöyle düşündüm; Şifâ mâneviyatlı bir kitap… Ben bunu Medine’den alayım, dedim. Bir umreye gittiğimizde Medine’den Ravza’nın karşısındaki kitapçılardan aldım. Hattâ kitapçıya girip Aliyyü’l-Kârî’nin Şifâ şerhini istediğimde, kitapçı bize bakıp:
“-Allah sizden râzı olsun! Medine’de bile bu kitabın kıymeti bilinmiyor!..” deyip hediye etmek istedi. Ben de:
“-Ben kendim almayı niyet etmiştim.” deyince bana başka kitaplar hediye edip çok duâ etti. Böylelikle Şifâ yolculuğumuz başlamış oldu.
Şifâ-i Şerîf okuyan herkes, bu kitabı kendi başına okuyabilir mi? Okuyuş usûlü nedir? Maddî ve mânevî hazırlık nasıl hazırlanmalıdır?
Mümkünse bunu şerh eden hocalarla okumalı… Talebelerime de hep söylerim; her Şifâ dersinden evvel gusül abdesti alınmalı… Zaten abdestsiz okunmaz. Gusül abdesti alındığı zaman ise çok daha iyi olur. İslam tarihine baktığımızda Şifâ hep böyle okunmuş; istiğfar ve salavât-ı şerîfe getirerek… Ardından da şöyle duâ ederiz, âcizâne:
“Yâ Rabbi!.. Benden başkasına, başkasından bana gaflet bulaştırma!.. Senin ve Habîbi’nin kelâmını anlamaya mani olacak her türlü gafletten beni kurtar!..” diyerek okunmaya başlanır. Bir de niyet ederek başlamak çok mühim… Biz her derse başlarken şöyle niyet ederiz:
“Yâ Rabbi!.. Senin rızâ-ı şerîfin için Şifâ-i Şerîf okumaya ve bu vesile ile Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâkı ile ahlâklanmaya, maddî-mânevî her türlü hastalık ve dertlerimize şifâ bulmaya niyet ettik!”
Salavât-ı Şerîfe getirmenin hikmeti de âlimler ve Allah dostlarının “Şifâ-i Şerîf” okunan yerlere Peygamber Efendimizin teşrif ettiğini söylemeleridir. Ben de buna yürekten inanıyorum. Şifâ-i Şerîf derslerimizde çok güzel bir koku yayılır etrafa… Biz içinde olduğumuz için alışmış oluyoruz, pek fark edemiyoruz. İlk “Şifâ” hatmimizi tamamladığımız dersimizde:
“-Şifâ-i Şerîf’ten en çok etkilendiğiniz bir bölümü bizimle paylaşır mısınız?” diye sırayla talebelerimize sormaya başladım.
Hatim programı olduğu için dışarıdan misafir kabul ettik. Normalde dışarıdan hiçbir misafir kabul etmiyoruz. O dersimize katılan misafirler:
“-Biz hayatımızda böyle güzel bir koku koklamadık!..” dediler.
Dersimize giren talebelerimizden birisi, dersten bir gün sonra bana ağlayarak telefon açtı:
“-Biliyor musunuz, bugün rüyamda Peygamber Efendimizi gördüm. Bana «Âferin kızım! Şifâ dersine katılıyorsun, çok memnun oldum.» buyurdu. Ben de «Efendim, nereden biliyorsunuz benim katıldığımı?» deyince Peygamber Efendimiz bana, «Bilmiyor musun, ben Şifâ-i Şerîf okunan meclislere mutlaka iştirâk ederim.» buyurdu.” dedi.
İslam tarihinde Şifâ-i Şerîf hatimlerine çok kıymet verilmiş ve bunlar için özel hatim programları düzenlenmiş. Cüz hâlinde basılıp Kur’ân hatimleri gibi okunmuş. Hastalara özel Şifâ-i Şerîf okunmuş.
Şifâ-i Şerîf derslerine katılanların hayatlarında nasıl bir değişiklik oluyor?
Hayatlarımızda mâneviyâta doğru bir iştiyak başlıyor. Geçenlerde talebelerimizden Muazzez Hanım’a şöyle bir soru sordum:
“-Şifâ dersi deyince aklına ne geliyor?” O da:
“-Şifâ derinliğine ulaşılmayacak bir hazine!..” diyerek muhteşem bir cevap verdi.
Başka bir talebem de:
“-Hocam, benim içinde Şifâ-i Şerîf bir mîlad… Benim hayatım iki kısma ayrılıyor: Şifâ-i Şerîf’ten önceki yıllarım ve en güzeli de Şifâ’dan sonraki yıllarım…” demişti.
Şifâ derslerinden hakiki mânâda feyz almak isterseniz, hiçbir dersi kaçırmamalısınız. Yani bu dersin devam mecburiyeti var. Bir dersi kaçırırsanız; hem önceki, hem de sonraki dersi kaçırmış oluyorsunuz.
Yine bir talebemizin eşiyle büyük bir sıkıntısı olmuş. Kendisine teselli olsun diye Şifâ-i Şerif’ten tefe’ül yapmış. Altmışıncı sayfadaki şu duâ çıkmış:
“Allâh’ım! Sen’den, kalbimi Senin yoluna ileteceğin bir rahmet niyaz ediyorum. O rahmetle işimi yoluna koymanı, perişan hâlimi derleyip toparlamanı, kalbimi ve kimsenin görmediği yanlarımı ıslah etmeni, görünen hâllerimi daha iyiye götürmeni amellerimi makbul ve rızâna uygun hâle getirmeni, doğru yolda kalmamı sağlamanı, akrabam ile aramızı kaynaştırmanı, beni her türlü kötülükten korumanı diliyorum. Allâh’ım! Takdir buyurduğun her türlü belâdan beni koruyup kurtarmanı, şehidlere vereceğin sevabı, bana da vermeni, bahtiyarların hayatını bana da nasip etmeni ve beni düşmanlara karşı muzaffer kılmanı niyaz ediyorum.”
Daha sonra o talebem, başından geçenleri anlatıp; “O kadar rahatladım ki anlatamam hocam… Artık o duâ, benim hayatımdaki huzur virdim oldu!” demişti.
Bir ablamız vardı, Şifâ dersimize gelmek istedi. Biz de o zamanlar dersimize sadece Arapça bilenleri alıyorduk. Bu düşüncemin yanlış olduğunu sonra tecrübe ettim. Bu ablamız:
“-Ben Arapça’yı hiç bilmiyorum, ama söz veriyorum, hiç devamsızlık yapmayacağım!.. Ne olur, beni bu derse kabul edin.” derken gözleri doldu.
Onun bu aşkla isteyişi sebebiyle, “Tamam” dedim. Hakikaten bu ablamız, hiç devamsızlık yapmadı. Bu samimiyet hâline tâlip olmalıyız. Samimi olmak için başkasına karşı kalbimizde kin ve hased beslememeliyiz. Haşr Sûresi, onuncu âyet-i kerîmede buyruluyor ya:
“Bunların arkasından gelenler şöyle derler: «Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş îmanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, îman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki, Sen çok şefkatli ve çok merhametlisin.” (el-Haşr, 10)
Şifâ-i Şerîf okumak, insanı farkında olmadan samimiyet ve ihlâsa taşır, inşâallâh!
Siz hep talebelerinize sormuşsunuz; bir de biz size soralım. Şifâ-i Şerîf’in en çok etkilendiğiniz bölümü neresidir?
Her bölümü bir deryâ… Her bölümü bana ayrı tesir eder. Ama en çok tertibine hayran kalmışımdır. Kâdı İyâz Hazretleri nasıl bir aşkla yazıp âhenkle tertip etmişse, her bölüm kalbi bir sonraki bölüme hazırlar. Bilirsiniz, dört bölümden oluşur. Kâdı İyâz Hazretleri’nin ifadesi ile üçüncü bölüm, en sırlı bölümdür. Ben de o sırlı bölümden çok etkilenirim. Yalnız röportajı okuyanlar, merakla hemen üçüncü bölümden başlamasın!.. Bir ve ikinci bölüm okunmadan üçüncü bölüm okunmaz. Bir de ikinci bölümde geçen “salavât-ı şerîfeler” bölümünü çok severim. Aynı şekilde Şifâ okurken o gün neye muhtaçsanız, ona cevap gelir. Rahatsız olduğum, dil altından ilaç aldığım bir gün derste okuyoruz:
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «Burna ilacı devâ olarak damlatınız!” buyuruyor. Ben de:
“-Neden burna acaba?” dedim.
Bir de, “ağzının bir kısmını ilâçla ıslatmak” diyor.
“-Herhalde dil altına ilacı koymak.” dedim.
O sırada dersimizde Dr. Gülhan Cengiz Hanım var. O da:
“-Hocam en hızlı ilaç emilimi burundan ve dil altından olur. Çünkü o bölgede kılcal damar çoktur.” dedi.
Bir de “Mîraç” bahsinden çok etkilenirim. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in o ru’yetullâh cennetine vâsıl olduktan sonra, tekrar dünyaya gelmesi… Bu kolay bir şey değil!.. Efendimiz’in ümmetine olan düşkünlüğünü, onlara hizmet için, doğruyu gösterip öğretmek için geldiğini gösteriyor. Bir hadîs-i şerifte buyrulduğu üzere… Sahabîden birisi soruyor:
“-Kulun Allah yolundaki en faziletli ameli hangisidir?” diye… Peygamber Efendimiz de:
“-Kulun Allah yolunda yaptığı hizmetidir.” buyuruyor.
İşte Şifâ-i Şerîf hayatınızı tamamlayan yapboz parçaları gibidir. Sizin ihtiyacınız olan her boşluğu, Allâh’ın izni ile doldurur. Bu yüzden bir sıkıntım olunca hemen Şifâ-i Şerîf’ten birkaç sayfa okurum, hüznüm dağılır gider. Halime hocam, biliyorum, siz de devamlı Şifâ-i Şerif okuyanlardansınız. Şimdi ben size sorayım, sizin Şifâ-i Şerîf’le ülfetiniz nasıl başladı?
Hocam, biz sormaya alıştık, cevaplamak zor gelir bize… Âcizâne benim Şifâ-i Şerif’le buluşmam, “Mü’minlerin Anneleri” kitabımızla birlikte başladı. Yaklaşık altı yıl bu kitap üzerine çalıştık. Bitirdiğimiz gün bir türlü isim bulamıyorum. İstiyorum ki, gönülleri ısıtan bir isim olsun! İki rekât hâcet namazı kılıp, Allâh’a sığındıktan sonra Şifâ-i Şerîf’ten tefe’ül yaptım. Karşıma, Ahzâb Sûresi 6. âyet çıktı: “Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha yakındır. Hanımları da mü’minlerin anneleridir.” Sayfanın en başındaydı, sevinçten ağlıyorum. Ben sayısını hatırlamadığım kadar meâl hatmi yapmıştım. Bu âyet hiç dikkatimi çekmemişti. O gün tam istediğim gibi yürekleri ısıtan bir isim, Allâh’ın izniyle Peygamberimiz’in gönlünden gelmişti âdeta… Birkaç başlık ile birlikte Osman Nûri Topbaş Hocamıza takdim ettim. Hocamız hangi ismi seçerse, o başlık olacaktı. Hocamız da bütün isimleri okuyup “Mü’minlerin Anneleri” en zarifi deyince, tamam oldu. Akşamına da rüyâ âleminden tasdik gelince, hem kitabımın başlığı seçildi. Hem de düzenli olarak okumadığım sadece konu araştırırken faydalandığım Şifa-i Şerif, elimden tutup kendi âlemine yolcu etti, elhamdülillah! Bu yolculuk, sizin de bildiğiniz üzere ömür boyu bitmeyecek bir muhabbet seferi…
Mâaşallâh! Çok etkilendim. Demek ki sahasındaki en güzel kitap oluşunun mânevî hikmeti buymuş!.. Gerçekten Şifâ-i Şerîf, her devre dokunan bir deryâ… Ben her Şifâ-i Şerîf okuyuşumda yenileniyorum. Sanki bir hücre yenileyici… Rabbim, bizleri Şifâ-i Şerîf’in bereketinden alıkoymasın! Şifâ ile o kadar bütünleştim ki, ondan hiç ayrılamıyorum. Ne okumak, ne de okutmak bana hiç zor gelmiyor.
Şifâ-i Şerîf’in birkaç çeşit tercüme ve şerhi var; siz hangisini tavsiye edersiniz?
Şerh olarak ben Arapça olan Aliyyü’l-Kârî’nin şerhinden faydalanmaktayım, ama Yâsîn yayınlarından çıkan, tercümesini İbrahim Sunar’ın yaptığı Şifâ-i Şerif’i tavsiye ediyorum. Bir tarafı Arapça, bir tarafı Türkçe… Çünkü Şifâ’yı, asıl Arapçasından okumak lazım. Okuyamayan en azından bakarak feyizlenebilsin. Çok iyi bir tercüme mi?! Mükemmel diyemem Ama hangi tercüme veya şerh olursa olsun, mutlaka herkes Şifâ-i Şerîf’le tanışmalı… Ama ilk okuyan kimse, Tahlil Yayınları’ndan çıkan M. Yaşar Kandemir Hocamızın kaleme aldığı “Şifâ-i Şerîf”i okusun. Tabiî, yanında Arapçasını da okurlarsa çok güzel olur.
Tefsir sahasında da kitaplarınız var, hocam… Bu kitapları hangi vesile ile yazmayı düşündünüz?
Aslında hiç kitap olarak çıkarmayı düşünmedim. Tefsir sahasında araştırmalarım hep ihtiyaçtan dolayı oldu. Derslerimde önce not tutturuyordum, ama çok yavaş oluyordu. “Yâ Rabbi, yardım et!” diyerek notlar hazırlamaya başladım. Notlarımı, geceleri teheccüt vaktinde yazarak, fotokopi ile çoğaltıp talebelerime dağıttım. Bu eserdeki bilgiler de gece hazırladığım çalışmalardır. İhramcızâde’de derse başladıktan sonra, oradaki arkadaşların yönlendirmesi ile önce bilgisayarda yazmaya başladık. Ardından da kitaplaştırmaya karar verdik. O sırada Abdullah Sert Hocamız, kursa gelmişti. Ona sorduk. O da:
“-Bir nüsha örnek verin, bakalım.” dedi.
Biz de İnşirah Sûresi’ndeki notlarımızı verdik. Sonra beğenmişler, basıldı, elhamdülillah! Böylece yirmiyedi yıllık not ve çalışmalar değerlenmiş oldu.
Hocam, evlerde hanımlar toplanıp kendi başlarına tefsir okumaları yapıyorlar. Bu doğru mudur?
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Men fessare’l-Kur’âne bira’yihî fekad kefera.” buyuruyor. Yani “Kim Kur’ân’ı (bilgisizce ve) kendi re’yi (düşüncesi) ile tefsir etmeye kalkarsa (isabet etmiş olsa bile) küfre düşmüş olur.”
Bu, çok büyük bir vebal… Kendi kitabımızın önsözünde de yazmıştım. “Vebâlinden kaçınmak için aslâ kendi görüşümüzü koymadık!” dedim. İllâ yoruma ihtiyaç varsa, bu sahanın âlimlerinin yorumlarını almışızdır.
“-Ben İlahiyat mezunuyum!” diyerek bir sûreyi açıp kendi görüşüne göre yorumlayıp tefsire kalkışanlar, gerçekten çok büyük bir belâya dûçar olmuşlardır. “Çağdaş tefsir yapalım!” derken insanlar küfre doğru gidiyorlar, Allah korusun.
Birisinin tefsire merakı varsa, meselâ İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri’nin tefsirini alır, okur, fakat kendince bir yoruma kalkmaz ise, bu faydalıdır. Kalbi de, bedeni de Kur’ân-ı Kerîm’i hakiki okumaya hazırlamalı!.. Abdestli okumalı, Kur’ân’a aslâ abdestsiz el sürülmemeli!.. Bugün hanımların özel günlerinde bazı hocalar okumaya izin veriyorlar. Bu çok yanlış!.. Bir mezheb, zarûret durumunda okumaya izin vermiştir. Ama bu zarûretten kasıt nedir? Kur’ân’ın o beldede unutulacağından korkuluyorsa, ezberinde tutan kimse kalmamışsa, işte bu zorunluluktur. Bu durum, günümüz için geçerli değildir. Yazılı olarak da, sanal ortamda da Kur’ân yazılı, elhamdülillah… Milyonlarca hâfız varken mâzeretli bir durumda Kur’ân okumak câiz olmaz. Allah Teâlâ, o zamanları hanımlara dinlenmeleri için ikram etmiştir. Bu dönem, zorluktur hanımlar için… Hem psikolojik, hem de bedenen… Bu yüzden bu ikram niye geri çevrilir ki?! Özellikle hanımların bu hususlara tenezzül etmesi uygun değil!.. Zaten duygu olarak hassasız o dönemlerde… Mazaretli iken Kur’ân okuyan kişiye cinnîler de musallat olabilir ki, bunun pek çok örneği vardır. Hele böyle okumaya teşvik eden hocalar, okuttuğu her talebenin de günah ve vebalini üzerine almış oluyorlar. Hâfızlık, Cenâb-ı Hakk’ın seçtiği kullarına ikramıdır. Bunun hakkını maddî-mânevî koruyamazsak o nimet elden alınır. Dilde ezber olsa bile, gönülde huzur, yaşantıda Kur’ân’ın feyz ve bereketini göremez.
Hocam, kıymetli vakitlerinizi bize ayırıp sorularımızı cevaplarınızla aydınlattığınız için teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim. Hayırlara ve Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbetine vesîle olsun, inşâallâh! Çünkü O’nun muhabbetinden ve O’na itaatten mahrum olmak, en büyük nasipsizlik…
YORUMLAR