Zarfsız Mektup

Kıyâmet dedikleri, işte, kapıda her an!

Ahlâk, nâmus, ar kayıp; aşk kenarda gariban…

Bu; istiridyenin, bir kum tanesiyken bağrına bastığı, yıllarca emek verip büyüterek, sert ve parlak bir cevhere dönüştürdüğü, ardından işinde ehil bir dalgıç tarafından derinlerden bulunup çıkartılan, kıymeti takdir edilerek vitrine konulan ve kuyumcunun:

“–En nâdide taşlarımdandır!..” dediği “siyah inci”nin; çalındıktan sonra, çalıntı bir mücevher olmanın verdiği acıyla, bir başka kıymetliye, “elmas”a yazdığı mektuptur.

Neden “yakut”a ya da “zümrüt”e değil de “elmas”a yazılmıştır? Üstelik niye bu mektup bir zarfa konulmamıştır? Nereden bileyim canım!? Hadi okuyalım da, meseleyi anlayalım:

* * *

A benim “kaşıkçı elması”ndan bile güzelim! Mektubuma başlamadan önce, sevgiyle selâm eder, “yanağının elma”sından öperim. İşte ödüyorum, bu mektup sana borcumdur. Dikkatli oku. Zaten, eğer yüzün gibi hissiyâtın ve zekân da parlak ise, maksat elbet hâsıl olur.

Sen, mavi bakışlı bir elmassın. Ben de siyah bir inciyim. Bizi bulmak herkese, görmek her göze, almak her yiğide nasip olmaz. Çoğu kimse ise, buldum zannıyla sevinirken, temelli kaybetmiştir. Biz yaratılışımız gereği kıymetliyiz. Bu sebeple, ehli için, biçilmesi zordur değerimiz... Gerçi böyle güzellerin peşini de dert-belâ bırakmaz ya, bu da bizim imtihandan nasibimiz. Bu sözlerime bakıp, belki de seni tanıdığımı sanırsın. Hayır. Seni görmedim bile. Sadece adını ve güzelliğinin methini duyup, gıyâbında:

“–Mâşâallah!..” dedim.

Bu mektubu yazmamın sebebi, yıllar önce ilk görüşte hayrânın olan, sana kavuşmak için yüzlerce takla atan, sana sahip olabilmek için didinen, uğraşan, hem bedelini de hakkıyla verip, sana:

“–Mücevherim!..” diye sarılan adamdır. De ki:

“–Benim sahibimin seninle ne ilgisi olabilir?”

Anlatayım:

Mâlum, bizler kıymetinden ötürü kasalarda saklanan, herkese açılmayan ve aslâ ucuza bırakılmayan nâdide parçalarız. Fakat kimimiz, kuyumcu dükkânındaki vazifesi gereği, biraz daha ortalarda olmak zorunda kalır. Bizim ortada olmamız, kesinlikle orta malı olmamız mânâsına gelmez. Sergilendiğimiz vitrin dahî korumalı ve özeldir.

İşte bendeniz de kuyumcunun, vitrinde sürekli olarak tuttuğu, bu sebeple genellikle her gelip geçenin baktığı ve güzelliğini seyrederek takdir ettiği bir “siyah inci”yim. O kimselerden birçoğu bana sahip olmak ister, ama bedelimi ödeyemeyeceklerini bildiklerinden, uzak dururlar. Bunu da hayranlıklarından ve saygılarından ötürü yaparlar. Herkes gibi ben de kıymetimin bilinmesinden ve takdir edilmesinden onur duyarım. Hele de hırsla değil, şefkatle ve sevgiyle ilgilenildiğinde, o sert yanaklarım tebessümle yumuşayıverir. Vitrinde olanların tanıdığı az, tanıyanı çoktur. Bazen o kadar çok bakanımız olur ki, bizim tek tek her birini hatırlamamız imkânsız olur. Bunların kimi dışarıdan, gelip geçenler arasından; kimi ise içeriden, kuyumcuda çalışanlardandır. Bazıları özel ilgilenirler. Daha yakından görmek, suâller sorarak, hakkımızda daha fazla bilgi almak isterler. Hayranlıkları diğerlerininkine benzemez. Bu sebeple de dikkatimi çekmişlikleri vardır. İşte senin sahibin olacak kişi de onlardandır. Bir gün:

“–Ne kadar da güzelsin!” dedi. “Bu güne kadar hep seyrettim. Artık seni daha yakından tanımak isterim. Gerçi, zaten benim bir kıymetli taşım var; ama olsun, ben seni de isterim.” Dedim ki:

“–Senin zaten bir kıymetlin varmış, ne diye döndün bir de bana baktın?! O düştü, kırıldı, lekelendi, kıymetine halel mi geldi ki, beni niyetine aldın?”

“–Yoo!..” dedi. “Onu seneler önce, nice zorlukla elde ettim. Yıllardır da severek yanımda taşıdım, mutlulukla yüzüne baktım. O kadar güzel ki, görsen moralin bozulur. Onu görsen, kendine güzel demezsin. Senin ışıltınla onunki kıyas bile edilmez. O elmastır. Hem ben onu ne düşürdüm, ne de kırdım.”

“–E o zaman derdin ne?!” dedim. “Tamah etme, elindekine kanaat et de git! Almaya güç yetiremeyeceğin yeni bir kıymetli taşa takılma da, olanın şükrünü güzelce edâ et! Mâdem o kadar güzel, şu gereksiz bakışının affı için de, hiç durma da ağlayarak tevbe et!”

“–Doğrusu hiç de tevbe edesim yok.” dedi. “Ne olmuş yani bir elmasım varken, bir de inci istemişsem? Elimde değil, kendimi alamıyorum! Ben sana yanıyorum! Zaten o kadar âşığım ki sana, bazen, elmasa bakarken bile seni seyrediyorum!”

“–Ağzından çıkanı kulağın duysun! Çek git! Git de payına düşenden râzı olup, paylanmaktan kurtul! Ne beni incit, ne elmasa vefâsızlık et! Nefsine de şunu söyle yılmadan, «Kanaat et! Kanaat et! Kanaat et!»”

Senin bu sahibin, ne menem bir adamsa, dediklerim bir kulağından girdi, ötekinden çıktı. “Sabret!” dedim kendime. Sabırla hakkı hatırlatmaya devam et. Herkes payına düşeni yaşar… Ve payından râzı olan ne güzeldir. Bütün bunları demek, benim için güç olmadı. Zira hakkı söylemek ve kabul etmek, hiçbir mücevhere zor gelmez. Yakutu, incisi, kıymetli taşların her birisi böyledir. Zaten kıymetleri de, işte bu mert duruşlarından gelir.

Vaziyet bu iken, gel zaman git zaman, seninki peşimden ayrılmaz oldu. Her gelişinde iltifatlar, medihler…

“–Yahu…” dedim, “Güvenmiş de başına koymuşlar, sen gidip de işine baksana! Ne diye bana takılıp duruyorsun, git de kıymetline cilve yapsana! Vitrinde isek, sergi malı da değiliz ya! Ne bu böyle gelip gidip aklımı karıştırıyorsun!? Bak benimle böyle ilgilenme! Dışım taş görünür ya, içim sana su gibi akıverir, git! Hiç mi düşünmüyorsun, kendisinden başkasına bakmayacağına inanmış olan elmas, bana böyle kur yaptığını duysa, kim bilir nasıl da hüzünlenir. Bu seninki nasıl bir gönül ki, onu sevdiğini söylerken, bana serenat yapıyorsun? Uzak dur, git!” Dedi ki:

“–Bende kabiliyet sebil! Ona da, sana da yeter bu dil!”

Hâsılı, ne kadar git dediysem de dinletemedim. Hatta böyle dedikçe, daha da kıymetlendim(!). Âh bilsen, beni nasıl da zora soktu.

“–Öyle aman aman güzel de değilim. Diğer taşlardan bir farkım yok. Çok özel bir yanım da yok. Bütün diğer mücevherler gibiyim ve senin zaten bir elmasın var! Tamah etme, git!” dedim.

“–Dilin, «Git!» diyor, ama bakışların başka dedi; gitmem. Benim zaten aklım azdır, düşünmem!” dedi. “Gitmem! Ve hem sende cevher var! İçinde yanmakta olan kuvvetli bir ateş var. Ben onu görüyorum, etrafında dönüyorum, gitmem!..”

Âh, o öyle deyince nasıl da utandım. Zira gizlemeye çalıştığım mahremim, birden bire ortaya döküldü sandım. Seninki bu hâlimi de hissetti. Öyle ki, beni kendimle ilgili nice şüpheye sevk etti. Yaramaz çocuklar gibi, bildiğini okumaya devam etti. Ne yıldı, ne vazgeçti. Doğrusu onun bu hâli de benim, gizliden hoşuma gitti.

“–Nasıl da içi dışında, nasıl da kararlı!” dedim, “Sâhiden âşık gibi. Küsmüyor, darılmıyor, kapıdan kovsam bacadan giriyor!”

Gözü karalığını, içten içe takdir ettim. «Yiğidi öldür, hakkını yeme!» demişler. Doğrusu bir de sahibinin hem dili bal idi, hem eli bol idi. İşte böyle, bir gün, beş gün sayarken, aradan birkaç ay geçti. En sonunda bir de baktım, sâhiden içim yanıyor. Hani git derdim ya önce, gelmese gözüm arıyor. O vakit, ben de durmadım:

“–Git dedikçe, sokuldun. Uzaklaş dedikçe, civarımda dolandın durdun. Vallâhi sana helâl olsun ki, benim gibi bir taşta, girilecek damar buldun. Ettiğinin hayrını gör! Senin bana duyduğunu, ben de sana duyar oldum. Gönlüm öyle meyletti ki, ne istesen uyar oldum. Şu kalbim, yokluğunda hasretini, varlığında sevincini duyuyor. Madem sen de peşimi bırakmaya niyetli değilsin, o vakit ne diye oyalanıyorsun, kuyumcuya bedelimi öde de, al beni.

“–Âh!” dedi, “Seni almak mı?! Bunu da nerden çıkardın? Böyle bir şey mi vaad ettim ki? Seni almaya gücüm yetmez. Zaten kuyumcudan da pek çekinirim. O beni iyi tanır ve seni hak etmediğimi bilir. Hem, maazallah, böyle bir şeye niyetlendiğimi duyacak olsa, kalfalıktan da olurum. Seni alırsam, kuyumcunun gözündeki bütün îtibarımı kaybederim. Hem kendisi pırıl pırıl dururken, üstüne bir de inci aldığımı duyarsa, elmas ya beni keser, ya da kendini!.. Ama senden vazgeçmem de mümkün değil. Bırakmam seni!”

Bu sözleri duyunca, şaşırdım kaldım. De ki, sadece şaşırdın mı? Değil. Başımdan aşağıya kaynar sular indi, yandım, yandım, yandım… Zira ben senin sahibini, cidden iyi niyetli bir adam sandıydım. Oysa baktım, bunun ne tutmaya niyeti var, ne de bırakmaya... Bu ne iş, diye sorup dururken, en sonunda hakikati anladım. Ne zaman mı? Hırsından aklı gitmiş vaziyette, densiz ve destursuz uzanıp, büyük bir ustalıkla beni çaldığı zaman! Bir de baktım ki, “almaya gücüm yok” diyen o kalfa, “çalmada pek mâhir” bir hırsız imiş. Meğer o vakte kadarki bütün ikramlar da, gönlüm yumuşasın, meyletsin de, çalınırken korkudan bağırmayayım diyeymiş. Üstelik sonradan bir de pişmanmış gibi yapıp, bana dedi ki:

“–Pırlantam! Sen kuyumcunun nâdide taşısın! Tertemizsin! Kıymetlisin! Ben âdilik ettim. Ben hırsızlık ettim! Affet!”

Bunları duyunca:

“–Hayret!..” dedim, içimden. “Öncelikle ben pırlanta değil, siyah inciyim. Bu adam iltifat edip suç bastırayım derken, temelli saçmaladı. Bir insan nasıl olur da hem muhâtabını tanıyamayacak, hem de bir suçu, bile bile işleyecek kadar gâfil olur? Ve nasıl olur da, güyâ bu kadar değer verdiği bir cevhere, bizzat hâinlik eder?! Kuyumcu, pek kıymetli incisinin çalındığını, hele de bunun kalfası tarafından yapıldığını duysa, nasıl da içi yanar. Bu dedim, ne biçim biriymiş ki, ne kul hakkından çekinir, ne âhtan!? Bir insan nasıl bu kadar, korkmaz olur Allah’tan?!

Adımız kehribardır, incidir, elmastır, en netice taştır ya, “birine gönül vermeyi” anlarız. Onu anlarız da, “gönül verdiği kişiye zarar vermeyi” anlayamayız! Bu ne biçim iş ki, güyâ herkesten sakındığını, kendinden sakınmazsın. Bu ne perhiz, bu ne pancar turşusu ki, helâlin olmadığı hâlde kafeslediğini, güyâ başkalarından koruma edâsıyla kafese koymaya kalkışırsın! Kim inanır, böyle sevgiye? Kim inanır, böyle iyi niyete!.. Sevmiş temelli saf olmuşsak, ahmak da değiliz ya! Ama işte, sen kim olursan, ne olursan ol, kaza ve kader hükmünü sürüyor. Gördüm ki, insan, elindekiyle yetinmekten ve kanaatten mahrum kalınca, işte şu senin sahibin gibi temelli fukaraya dönüyor. Tamah öyle kör eden bir duygu ki, hakkı hukuku unutturuyor. Bu, senin sevgi dolu (!) sahibin, öyle mârifetli çıktı ki, işte, pek güzelinden “âşıklık” pozlarına bile girdi. Hani ben de nicedir meftun olup elimden tutacak, kıymetimi bilip gönlünde taşıyacak bir sahibin özlemiyle yanıyordum ya, âh, dediydim, herhalde aradığım bu!.. Heyhat! Aradığım sahip değil, arandığım belâymış meğer!

Diyeceğim o ki, sevgili elmas, bugün beni çalmakla bu hırsız, aynı zamanda seni de aldatmıştır. Dikkat et. Zira senin sahibinin iştahı pek kabarık, bu sebeple de aklı çoğu zaman pek kıttır. Tatlıyı zevkle yer, ama nasıl hazmedeceğini hesaplamaz. Çok yazık ki, aynı iştah sebebiyle, mertliği de hastadır. Yediği harammış, helâlmiş, onun için pek fark etmez. Zaafında kuvvetli, kandırmada mâhirdir. Diliyle adam bayar, kanıverirsin. O kadar ustaca konuşur, öyle güzel iknâ eder ki, karşısında ne diyeceğini şaşırır, dut yemiş bülbüle dönersin.

“–Allah rızâsı için yapma!..” dediğinde umursamaz.

Çekindiği Hak değildir. Fakat itibarsız kalmaktan o kadar korkar ki, Rabbi “makam” sanıverirsin. Düşünerek ve sonuçlarını hesap ederek değil, kafasına estiği gibi davranır da, onun yaptığının bedelini, kederden kedere sürüklenerek sen ödersin.

Hâsılı, o senin (güyâ) sahibindir; ama kendine bile sahip olamayacak kadar zayıf biridir. Benim âhım onu tuttu, daha bırakmaz. Nasıl bir haksızlığa uğradığını bilsen, yüreciğin dayanmaz. Ne yazık ki, seninle yetinemeyen, sana rağmen başkasını (almış bile değil) çalmış olan bir hırsızın elindesin. Gözleri seninle kamaşmadığı için, o gâfile acıyorum. Yine de çok üzülme!.. Zira senin kıymetin, bilinmemekle; benim kıymetim de bir açgözlünün elinden zarar görmekle bitecek değil!

İnsanlar:

“–Başımıza taş yağacak!” derler.

Hadi şimdi gel, sırf rahmet ve şifa olsun diye, Allah’tan korkmayan ve bedel ödemeden keyif sürmek isteyen “beleşçiler”in kafasına, yağmur gibi yağalım! Bununla da kalmayalım, bir duâya duralım. Yalvaralım da Allah, bütün kıymetlileri, arsızların ve hırsızların şerrinden muhâfaza; arsız ve hırsızları da o şerli hâllerinden âzâd ede…

Mektubuma son verirken, sana “hakikatli sevenler”, sahibine de “âcil şifâlar” dilerim. O sana değil, hevâsına âşık olsa da, dilerim sen, ışıl ışıl, masmavi nazarınla, yine de sevgi ve ümit dolu bak dünyaya! Zarar sana değmesin. Kimse başın eğmesin… Âmin.

(Not: Adresini bilirdim ya, mektubu zarfa koymadım. Postaya da verirdim ya, daha yazmaya doymadım. Ben derinden söylerim, aç, aç kulaklarını! Gel sen murâdı anla, yorma ayaklarımı.)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle