Kıymetli okuyucularımız; geçtiğimiz ay neşredilen yazımızın devamı mahiyetinde, saldırı altında olduğumuz birkaç konuyu daha ifade ederek bu mühim mevzuyu tamamlamış olalım. Önceki yazımızda temas ettiğimiz konuları sadece başlıkları ile hatırlayacak olursak; bedenimizin, rûhumuzun, âilemizin ve çocuklarımızın saldırı altında olduğunu ve bu saldırılar karşısında değerlerimizi nasıl korumamız gerektiğini izah etmeye çalışmıştık.
Bu yazımızda ise, saldırı altında olduğu aşikâr olan; dînî ve millî değerlerimiz ile birlikte zihinlerimize yönelik saldırıları da ele alacağız.
Aslında bütün yönleri ile korumamız gereken insan, sadece görünen yönüyle maddî/cismânî bir varlık değildir. O, rûhu, derinliği ve anlamı olan şerefli bir varlıktır.
İnsan, sadece insan olarak yaratılmasından dolayı bile başlı başına hürmete layık bir varlıktır. Zira Cenâb-ı Hak, onu, diğer varlıklardan farklı üstün birtakım vasıflarla donatmıştır. Bu üstün meziyet ve kabiliyetlerini besleyen, geliştiren, onu yaratılış maksadına uygun bir kıvam ve seviyede donatan millî ve mânevî değerler; insanın iç dünyasının ziynetidir. Fıtrata uygun dînî ve millî değerler, insanların, Cenâb-ı Hakk’ın istediği istikamet yolunda yürüyüşünü kolaylaştırır, güzelleştirir.
Her milleti var eden ortak değerler farklı farklıdır. Meselâ Batı kültürünün dayandığı millî değerler, Roma İmparatorluğu’nun pagan (çok tanrılı) inancı, Antik Yunan felsefesi, Latin kültürü ve Hıristiyanlık inancıdır. Buna daha sonraki dönemlerde Fransız İhtilâli, Sanayi Devrimi, Rönesans ve Reform hareketleri ile çeşitli felsefî akımlar yön vermiştir. Elbette millî ve mânevî değerlerin önemi vurgulanırken, kastımız fıtrat ve tevhid inancından kopuk ve uzak bu inanç, düşünce ve ahlak yapısı değildir. Her ne kadar bunlar da kendi içinde bir medeniyet ve kültürün yansımaları ise de insan ruhunu zenginleştiren, derinleştiren, fıtrata ve istikamet üzere kulluğa uygun bir mânevî atmosfer değildir.
Dolayısıyla bizim dînî-millî değer olarak dile getirdiğimiz esaslar, İslâm Dîni’nin filtresinden geçmiş, örf ve âdetlerle zenginleşmiş, çeşitlenmiş ve “bize âit olmuş” değerlerdir. Bir yönüyle İslâmî, bir yönüyle insânî, bir yönüyle de mahallî/yöresel olan bu değerler; bir toplumu dokuyan, nesilden nesile taşınıp günümüze kadar gelmiş, “bizi biz yapan” kıymet unsurlarıdır. Mahalle kültürü, komşuluk ruhu, akraba ilişkileri, doğum-cenâze merasimleri, sünnet cemiyetleri, asker uğurlamaları vs. bu dînî/millî değerlerimizden ilk akla gelenlerdir. Elbette zaman içinde bunlarda birtakım değişiklik veya bozulmalar olmuş olabilir. Bunları, İslam Dîni’nin esasları çerçevesinde tekrar gözden geçirerek ıslah edebiliriz. Ancak bunlara topyekûn cephe alarak geçmişi inkâr anlayışıyla düşman gözüyle bakmak; aslında kendi bindiğimiz dalı kesmek, köklerimizden kopmak demektir.
Bugün dünya küresel bir köy hâline getirilmek isteniyor. Bilgi, ekonomi ve kültür açısından hâkim olan unsurlar, baskıcı bir şekilde kendi düşünce, anlayış ve hayat modellerini, bir deli gömleği gibi, bütün dünyaya giydirmeye çalışıyorlar. Bu hâkim ve baskıcı kültür, kendi dışındaki bütün mahallî unsurları kendi değerleriyle harmanlayarak bir motif olarak kullanıyor ve kendi dünya görüşünün bir detayı hâline getiriyor. Ancak ana sistem, kendi kurduğu düzen… Buna muhâlif olabilecek bütün alternatifler, farklı metotlarla saf dışı bırakılıyor. İşte biz, bu savrulma ve baskı dönemlerinde kendi kimlik ve değerlerimizi, bütün benlik ve imkânlarımızla savunmaya çalışmalıyız. Bu mücadele, aynı zamanda ruh ve mâneviyat dünyamız adına bir “ölüm kalım harbi”dir.
Dinimiz İslam, dünya çapında büyük bir saldırı ile karşı karşıyadır. İslam, aslında, ilk insan ve ilk peygamberle gönderilmiş, insanlık tarihi boyunca varlığını devam ettirmiş, Allah katında geçerli tek dinin adıdır. Tarihî süreç içerisinde dönem dönem Yahudilik, Hristiyanlık gibi farklı isimlerle anılan semâvî dinler, tahrif olmadan önceki halleriyle İslâm’dır. Özü itibariyle kulun tek Rab olarak Allâh’a teslim olmasıdır. Peygamberler aynı tevhid silsilesinden gelerek birbirini tasdik etmişlerdir. Onlar arasında ayrılık-gayrılık çıkaranlar, Allâh’ın dinini değiştiren sapıtmış insanlardır.
Bugün de bâtıl inanç ve düşünce sahipleri, Allâh’ın son defa göndermiş olduğu esasları (İslâm Dini’ni) hiçe saymış ve onunla kıran kırana bir mücadeleye girmiştir. Bu dinin müntesipleri, hem kendi inanç ve hayatlarını korumak için, hem de bu son ilâhî emanetin sâfiyetinin bozulmadan kıyamete kadar devam etmesi için bütün gücüyle gayret göstermek zorundadır. Bu durum, geçmişin mirası, geleceğin emaneti olmasının yanı sıra Allâh’a kulluğumuzun nişâne, îcab ve sorumluluğudur.
İslâm’a, daha doğrusu Allâh’ın indirdiği esaslara karşı mücadele, insanlık ve dinler tarihi kadar eskidir. Peygamberler, Allâh’ın insanlara mesajını ulaştıran kimseler olarak bu saldırılardan en çok payını alan zümredir. Kimi dışlanmış, kimi taşlanmış, kimi sürgün ve hapsedilmiş, kimi öldürülmeye teşebbüs edilmiş, kimi de şehit edilmiştir. İnsanların, dîni sadece tebliğ eden bu zâtlara karşı nefret ve husumetlerinin temelinde, peygamberlerin insanlığı en saf, en temiz, vicdana en uygun, âdil ve hakkaniyetli bir yönetim ve kulluğa çağırması yatmaktadır. İktidarlarını zulüm, baskı ve sömürü üzerine kurmuş despot azınlıklar ve hazları peşinde koşan şımarık zenginler, tevhid davetinin en acımasız düşmanları olmuşlardır. Çünkü onlar, süflî arzularının güdümündeki insanlar olarak, elde ettikleri sahte dünyalarının kaybolup gitmesinden korkmaktadırlar.
Bugün de durum farklı değildir. İslâm’a bugün saldıran kimseler de yaygın cehâleti kullanarak, menfaat ve iktidarlarının kesilmesinden korkmakta, bütün dünyaya da İslam korkusu aşılamaya çalışmaktadırlar. İslam dininin ötekileştirildiği, tehlike olarak görüldüğü, hatta sosyal hayattan dışlanmak istendiği yapılan icraatlardan anlaşılmaktadır. Daha ileri boyutta büyük bir aymazlık yapılarak, İslâm’ı terörle yan yana ifade etmek gibi bir densizliğe düşmektedirler. İsminde selâm, yani eminlik ve esenlik olan İslâm’ı, terörle aynı sınıfta zikretmek kadar ahmakça bir düşünce olamaz. Merhametin, şefkatin ve insan onurunu korumanın tek kaynağı olan İslam, her zaman insanlık için huzur ve sükûnet kaynağı olmuştur. Bunun böyle bilinmesi ve kabul edilmesi gerekir. Unuttukları ve görmezden geldikleri bir hakikat vardır: “(Kâfirler) isterler ki, Allâh’ın nurunu ağızlarıyla söndürüversinler. Ama inkârcılar hoşlanmasalar da Allah nûrunu muhakkak tamamlayacak!” (es-Saff, 8; et-Tevbe, 32)
Din ve dînî kurallar, tamamen insanların menfaatine de olsa, bazen insan nefsinin hoşuna gitmeyen birtakım prensipler ortaya koyar, hevâ ve hevese ters bazı sınırlar çizer. Böylece insanın şeref ve haysiyetine gölge düşürmek istemez. İstediği gibi, sınırsız ve gerektiğinde başkalarının kanını emerek mutlu olmak isteyen kimseler ise, bu tür sınırlardan hoşlanmazlar.
Dünyanın bundan yüz yıl öncesinde olduğu gibi, herkesin sınırlarında ve kendi topraklarında kaldığını düşünmek, yaşadığımız dünyayı okuyamamak olur. Bugün devletlerarası sınırlar ortadan kalktığı gibi, kültürler arası farklılıkların en aza indiği bir zamanı yaşıyoruz. Bu küreselleşme ve benzeşme neticesinde, öteden beri birtakım güç odaklarının yapmak istedikleri “dünya vatandaşı” anlayışı da insanların zihinlerinde iyice yer etmiş durumdadır. Anlayış böyle olunca toplumların kendi olabilme, kendi değerleri ile kalabilme güçleri azalmakta ve farklılıklarını koruyamamaktadırlar. Bu koruyamama durumu toplum fertlerinin dînî duygularını zayıflatan birçok faaliyetten kaynaklanmaktadır. Öyle ki “din, sosyal hayattan tamamen çıksın, dinini belli eden insan kalmasın ve sadece insan olma ve insanın beşeri ihtiyaçları bağlamında bir araya gelebilen insan türleri çoğalsın!” gibi bir anlayış her geçen gün daha fazla yayılmaya çalışılmaktadır. Hâlbuki “İnsan ne için yaşar?” diye bir soru sorduğumuzda, bizim anlayışımızda, insan dini için, vatanı için, namusu için yaşar cevabı vardır. Bu unsurlar için yaşamıyorsa insan, başka ne için yaşayabilir ki!
Bir diğer saldırı altında olan yönümüz, milli değerlerimizdir. Milli duyguları taşımak, insanın kendi insanını, milletini ve vatan topraklarını sevmesi kadar tabiî bir durum olamaz. İnsan yaşadığı toprağa bağlanır. Orayı ve orada yaşadıklarını hayatı boyunca unutamaz. Öte yandan milli unsur olarak kabul edilen, vatan, bayrak, toprak gibi bizi millet yapan değerlerimize sahip çıkma konusunda böyle bir şuura sahip olmak kadar güzel bir duygu olamaz. Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz ‘dünya vatandaşı’ anlayışı insanımızın bu duygularını da törpülemekte ve sanki önemsiz bir duyguymuş gibi bir intiba verilmektedir. Ancak şunu unutmamak lazım ki, toplumlar millet olmayı sahip oldukları bu değerler sayesinde başarabilmektedirler.
Gençliğimizi ifsat edici birçok oluşumu, düşünceyi, akımı görmekteyiz. Öyle ki dindar aile ortamında yetişen gençlerimizi dahî belli noktalarda dîni sorguluyor ve kafası karışıyor. Bunun en büyük sebebi, elbette ki zihinlerimizin işgal edilmesi, kendi meselelerimizi başkalarının şuuraltımıza yerleştirdiği fikirlerle çözüme kavuşturma yanılgımızdır. Hâdiselere başkalarının gözlükleri ile bakma yanlışımızdır. Kurulu düzenin sınırları içerisinde kendimize muhafazalı bir yer bulmadan ne kadar kendi değerlerimizi koruyabiliriz! Evet, bugün dünyanın bu bozuk düzenini kuran bizim düşüncelerimiz değil. Bizim medeniyet olarak her ne kadar ideal bir medeniyetimiz olsa da dünya kamuoyunda söz sahibi değiliz. Dünyanın siyasetini, ekonomisini, sosyal hayatını bizim değerlerimiz belirlemiyor. Bu olumsuz ortam içinde en azından zihnî savrulmaları yaşamadan, kendimizi, zihnimizi, neslimizi, dinimizi, değerlerimizi koruyabildiğimiz kadarı ile bir mücadelenin içinde olmalıyız ki, bu da zamanın en büyük cihâdı olur, inşâallah.
Şefika MERİÇ
YORUMLAR