Yuvaya Hasret

Bir kuş düşünün yumurtadan yeni çıkmış, uçmasını bilmeyen… Bir kuş düşünün; dünyadan habersiz, annesinin getireceği yiyeceği ağzı açık bekleyen…

Evet!.. Dünyaya gözlerimizi açtığımızda “aç”tık. Yıllarca aç yaşadık. Tâbiri câizse bomboş yaşadık. Ömrümüz bütün hızıyla geçerken, geride anlamsız bir hayat bırakıyorduk. Sanki ömür sermayesi, çok ucuza alınmıştı ya da bedel ödenmediği için kıymet verilmiyordu. Fizikî yapısı itibariyle mükemmel olan kâinat, doğanın harikasıydı ve zorunlu bir oluştu.

İnsanlar başıboş yaratılmış gibi zevkler âleminde yaşıyorlardı. Dünya “oyun ve eğlence”den ibaret değil, ebedî kalış mekânıydı sanki.

Eğer Rabbimiz’in lütuf ve merhameti olmasaydı, ömür sermayemiz bu düşüncelerle acı bir âkıbete uğrayacaktı. Rabbimiz ilâhî lütfundan, bizlere bir kapı açtı da, zâyî olmaktan kurtulduk. İnanmışları tufandan kurtaran gemi gibi Hüdâyî Yuvası da bizleri kurtarmıştı asrın felâketlerinden… Lütuf kapısından girdiğimizde herşeyin rengi kokusu değişmiş, hayat ayrı bir mânâ kazanmıştı. Ardımızda bıraktığımız yıllar, ızdırap dolu bir yüktü sînemizde….

Biz o rahmet yuvasının önüne diz çökünce anladık, hayatın anlamını,

Kâinâtın, ne denli tefekkür menbaı olduğunu,

Yaratandan ötürü yaratılanların, nasıl hoş görüleceğini,

Nefis terbiyesinin ne kadar zarûrî olduğunu,

Dünya yurdunun, “kuşluk vakti kadar kısa” ve “dönüşü olmayan bir hayat” olduğunu,

İnfâkın zevkle yapılan bir yarış şeklinde yapılması gerektiğini,

Hizmetin vazgeçilmez bir şiar olduğunu,

Sabrın, muvâzeneyi bozmadan “Senden geldi Mevlam” diyebilmek olduğunu,

Teslimiyetin tedbirden sonra Hakk’a râm olmayı ifâde ettiğini,

Tebliğin bulunulan her mekanda “aralıksız” ve “leyyin lisân”la kurak yüreklere su serpmek anlamına geldiğini,

Kalbin nazargah-ı ilâhî olduğunu,

Allah dostlarına olan ihtiyacın keyfiyetini ve daha nicelerini…

Bütün bunlar, Hüdâyî çatısına  girenlerin burayı içlerinde hissettikten sonra sorup, cevabını da yine o çatı altında buldukları sorulardı.

* * *

Rabbimize sonsuz hamdü senâlar olsun ki, bizler hak etmediğimiz, hiçbir bedel ödemediğimiz hâlde “ahsen-i takvim” olarak yaratıldık. Yine lütf-u ilâhî olarak “müslümanlar” olarak dünyaya geldik. Dünyadaki bir çok insandan farklı olarak da Hüdâyî yuvasına girdik. Hayat bizim için ikinci defa ve gerçek anlamıyla yeniden başladı. Yeniden doğduk; sonra emeklemeye, ardından yürümeye başladık. Orada kimlerle nerede ve nasıl yürümemiz gerektiğini öğrendik.

Ağzı açık annesinin getireceği yiyeceği bekleyen kuşlar artık doymuş, aç olan başka yürekleri bir nebze olsun doyurmak için kanatlanmaya başlamışlardı. Azık torbalarında;

Sadece Allâh rızâsını gözeten hizmet ve “emr-i bil ma’rûf nehyi ani’l münker” şuuru,  sabır, şefkat ve merhamet, Allâh ve Rasulü’nün muhabbeti ana yiyeceklerdi.

Yıllardır çektiğimiz açlığı, kardeşlerimiz, bizler kadar çekmesinler diye bir ân önce paylaşmak için sabırsızlanıyorduk.

Kul, bir şeyi gönülden ister de, Rabbi onu hiç boş çevirir mi?

* * *

Gün geldi kuşlar yuvaya sığmaz oldu ve Anadolu’nun herbir köşesine uçtular. Uçarken beraberlerinde Hüdâyî hasretini de götürdüler. Anasından kopan bir çocuğun ayrılışı gibi çok zor olmuştu yuvadan ayrılmak. Özlemek hiç bu denli anlam kazanmamıştı. İstanbul, bu kadar arzulanmamıştı.

Yuvamız, canımız, Hüdâyî’miz bağrından koparak uçan yavru kuşların seni çok özlüyorlar. Seni hep hayır ve güzellikle anıyorlar.

Hep beraber gönülden diyoruz ki:

“Sen her gönüle girmelisin. İki dünyaya âit ne varsa hepsi sende medfûn... Sen Rabbimizin bir lütfusun. Huzûru arayanlar, aradıklarını sende bulsun."

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle