(Umre dolayısıyla, gül beldesine vâsıl olan Gül-i rânâ’ya!)
“Fetehassesû min Yûsuf” (Yûsuf’u Araştırın!) (Yûsuf, 87)
Söyle bana tan yeli, nedir sevdiğimin hüznüne sebep? Alnında kıvrım kıvrım dolanan keder nedendir? Bir koku getir ondan bize, bir nefha getir sessizliğinden, gizlenmiş kalbinden bir işaret, bir lütuf yalnızlığımıza… Elini alnına sür de uzat iklimimize, şifâ olsun. Âh, seher vakitleri gözyaşlarına karıştığında içine çek doyasıya, kanasıya; getir o yangından şerâre bize, intihâb olsun.
Ben bir uçurumun/yarın ucundan sesleniyorum sana; Nesibe’nin haykırdığı yerden. Hani o ne yapacağını şaşırmıştı Uhud’da. Kaybetme korkusu muydu, îmân celâdeti miydi, şefkat miydi en koyusundan, “Ayağına diken batmasın” denilenin canına siper olmak mıydı? “Nereye baksam onu gördüm” demişti, Ay yüzlüsü kâinâtın. (Sâlât sana, selam sana yâ Rasûlallâh, arkandan gelenler içinde benim hâbîbîm de var!)
Deniz çok çırpınınca dayanamamış kaptan, açmış ufuktan kanatlı yelkenlerini... Saygıyla iki yana çekilmiş dalgalar, rüzgarlar edeble yol vermiş, bulutlar el çırpmış. “Sultanım, şarkıların saçları elimizde kaldı, bize yeni sözler getir ötelerden”, diye ünlemiş küçük kızlar, bez bebek ister gibi babalarından… Delikanlılar, gıptayla iç geçirmiş, “Bir gün” demişler, “Bir gün biz de yapışacağız halatlarına bu geminin, pazularımız daha da kuvvetlensin diye bekleyişimiz…”
Açık mavi bir cübbesi, yeşil gözleri varmış kaptanın, saçlarını savurunca güneşin gözleri kamaşıyormuş, rüzgarlar kapışıyormuş kokusunu… Götürüp saçmak için uzak hasretlilerine. Peki yanıbaşında ona hasret olanlar, onlara kim himmet etsin? Akşamlar, fıskiyeler, gözyaşları; ellerinin, ayaklarının, bakışlarının değdiği her şey… Hava boşluğunun her zerresi onunla dolarsa nasıl nefes alır âşıklar onsuz?
“Ayrılık yok” demişti gitmeden, ara bul onu içimin sonsuzluğunda, nerde kaybettim ben Yusuf’umu, balık nerde karışıp gitti suya? Buluşacağımız yerde hâlâ bekliyor musun tan yeli?
“Yâr, hoş şeydir. Çünkü yâr, yârin hayâlinden kuvvet alır, gelişir ve yaşar. Buna şaşmamalı, Mecnun’a Leylâ’nın hayâli kuvvet vermiyor muydu? Ve onun yiyeceği, içeceği bundan ibâret değil miydi? Mecâzî bir sevgilinin hayâli ona böyle bir kuvvet verir ve tesir ederse, gerçek sevgilinin, sevgilisine kuvvet bağışlamasına niçin şaşılsın? O’nun hayâli, sûrette ve gaybette mevcuttur. Şu hâlde ona nasıl hayal denir? O, hayâl değil, gerçeklerin rûhudur.” (Fîhi mâ fîh, Mevlânâ)
“Nergis bakışlarının tesiri ne de yaman!”
“Bir lahza nazar, en büyük ihsan diye sevdim.”
“Aşk, âşıkın, tüm varlığıyla sevdiğine teveccüh etmesidir.”
“Gam-ı hecrinle neler çektiğimi yazdım idi
Nâmenin kaddini büktü, sanemâ, bâr-ı gamın” (Ahî)
(Ayrılığının üzüntüsüyle neler çektiğimi yazmıştım ey sanem, kederinin ağırlığı mektubun belini büktü.)
Eskiden mektuplar rulo hâline getirilip gönderilirdi. Şâir, “hüsnü ta’lil” yaparak, kağıdın o hâlinin, kendisinin hüznü yüzünden olduğunu söylüyor.
“Hiç neyleyeyim bu dil-i âvâreyi bilmem
Ne vuslata kâdir sana, ne firkate sâbir” (Nev’î)
“Biz gönlümüzün dizginini senin eline bıraktık. Sen her ne zaman “Pişti mi?” desen, ben “Yandı bile” derim.” (Fîhi mâ fîh, Mevlânâ)
“İnsanlarla konuşmayı haram sayarım, ama senin sözün olunca sözü uzatırım.” (Fîhi mâ fîh, Mevlânâ)
Ben seninle sesleniyorum, çünkü sesim, sensiz bomboş dönüyor kulaklarıma. Ey sesin ve harfin canı, söz seninle anlamlı!..
“Allâhümme bihakkı Muhammed’in, erinî veche Muhammedin, hâlen ve meâlen.”
“Ey İsrafil’in nefesi gibi olan sabahın aydınlığını üfleyen rûhuma”, cismimdeki tüm zerreleri dirilttin; düşüncem, uçuşan nesneler gibi sana doğru geliyor!..
YORUMLAR