Yusuf Gönüllü Olmak

İçerisinde birçok hikmetli söz ve hikâyeler ihtivâ eden Bostan adlı eserinde Şeyh Sâdî-i Şîrâzî şöyle anlatır:

“Bir kişinin merkebi çamura batmıştı. Ne kadar gayret sarf ettiyse de bir türlü hayvanını battığı yerden çıkaramadı. Bu esnada da gökyüzünden sicim gibi yağmur yağıyor, soğuk hava ise ilikleri donduruyordu. Bütün bunlara ilâveten bir de yavaş yavaş üstüne çöken karanlık içerisinde kalan adamcağız, çok müteessir ve muzdarip bir hâldeydi.

O kişi, bu dert ve acı içerisinde sabaha kadar kötü sözler söyleyerek etrafa lânetler savurdu. Öyle ki, dilinden ne dost kurtuldu ne düşman, ne ahâlî kurtuldu ne de sultan…

Olacak bu ya, adam böyle sövüp saymakta, etrafa lânetler savurmakta iken, padişah oradan geçti. Durumun farkında olmayan adam, uygunsuz ve haddi aşan sözlerine devam etti. Pâdişâhın bu sözleri işittiğini anladığında ise adamcağız, mahcûbiyetten sanki yerin dibine girdi. Bu mahcûbiyetle ne cevap verebildi ne de özür dileyebildi.

Pâdişah buna çok kızdı ve etrafında bulunanlara hiddetle:

«−Eşeği çamura batmışsa benim suçum ne? Ben batırmadım ya! Benden ne istiyor, bana niçin kötü söz söylüyor?» dedi.

Beraberindekilerden biri pâdişâha:

«−Pâdişâhım, hemen boynunu vurdurun! Dünyadan nâm ve nişânı kalksın!..» dedi.

Büyük pâdişah, gönlünde çağlayan ilâhî rahmetle düşündü, taşındı. Baktı ve gördü ki adam, içine düştüğü dert dolayısıyla mihnet içinde bunalmış, eşeği de çamura batmıştır.

Zavallı adamın hâline acıdı. Kaba ve uygunsuz sözlerinden kabaran öfkesini yuttu. Bununla da yetinmeyip tuttu, ona altın, at ve kürklü kaftan ihsân etti. Zira pâdişah biliyordu ki; «Öfke zamanında merhamet, en güzel şeydir.»

Bu hâdiseyi duyan biri, o ihtiyara:

«−Ey akılsız ihtiyar, ölümden nasıl kurtuldun, hayretteyim?» diye sordu. İhtiyarsa onun bu suâline şöyle cevap verdi:

«−Sus! Ben o sırada çok elemli idim. O dert de aklımı başımdan almıştı, yani kendime mâlik değildim. Bu sebepten ben, bana yakışmayan bir şey yaptım. Pâdişâha gelince, o sultânımız da kendisine yakışan ihsan ve ikrâmı yaptı.»”

İşte, Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî af ve mağfiret deryâsına tâlip mü’min bir yüreğin, her hâlükârda taşıması gereken bir fazîlet… Yani kendisine yapılan nâhoş hareket ve işlere aynıyla değil, bilâkis İslâm’ın gerektirdiği bir güzellik içerisinde mukâbelede bulunmak…

Kötülüğe kötülükle karşılık vermek kolaydır. Asıl zor olan, kötülük eden kimseye de iyilikle mukâbelede bulunabilmektir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussilet, 34)

Hakîkaten, öfke denizi kabaran insanın, kendine hâkim olması çok zordur. Bu sebeple Peygamber Efendimiz r, bu dirâyeti gösterebilen mü’minler için şöyle buyurmuştur:

“Gerçek babayiğit, güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiği zaman nefsine hâkim olabilen kimsedir.” (Buhârî, Edeb, 102; Müslim, Birr, 106-108)

Böyle bir kimsenin nâil olacağı mükâfat ise, Rasûlullah r Efendimiz’in bildirdiği üzere şöyle olacaktır:

“Gereğini yerine getirmeye gücü yettiği hâlde, öfkesini yenen kimsenin kalbini, Allah emniyet ve îmanla doldurur.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 3; Tirmizî, Birr, 74)

Rivâyet edilir ki, kıyâmet günü bir münâdî: “Mükâfatlarını bizzat Allâh’ın vereceği kişiler nerededir?” diye nidâ edince, insanları affedenlerden başkası ayağa kalkmaz.” (Rûhu’l-Beyan, III, 298)

Nitekim âyet-i kerîmede:

“Bir kötülüğün cezâsı, ona denk bir kötülüktür. Kim de bağışlar ve sulhü temin ederse, onun mükâfâtı Allâh’a âittir...” (eş-Şûrâ, 40) buyrulmaktadır.

Bir başka âyet-i kerîmede de Cenâb-ı Hak, öfkesini yutarak insanları affeden kimselerin, takvâ sâhibi kullar olduğunu bildirmektedir. (Bkz. Âl-i İmrân, 134)

İşte o takvâ sâhibi kullardan biri olan Hakîm-i Tirmizî Hazretleri’nden bir misâl:

Hakîm-i Tirmizî Hazretleri, Hızır u’la görüşürdü. Lâkin uzun bir müddet Hızır u’ı görememişti.

Bir gün, temiz ve yeni elbiseler giymiş, sarığını sarmış câmiye giderken bir mesele yüzünden kendisine kızmış bulunan bir kadının evinin önünden geçmek zorunda kaldı.

O esnâda kadın, çocuğunun kirli elbiselerini yıkamış, leğen de pis su ile dolmuştu. Hakîm-i Tirmizî’yi evinin önünden geçerken görünce, ona olan kızgınlığı sebebiyle kasten, leğendeki suyu olduğu gibi üzerine boşalttı. Hakîm-i Tirmizî’nin her tarafı bu kirli su ile pislendi. Kadının yapmış olduğu bu edepsiz ve nâhoş davranış üzerine Hakîm-i Tirmizî Hazretleri ona öfkelenmeyip hiçbir şey söylemediği gibi, başını bile kaldırıp bakmadı. Affetti ve yoluna devam etti. 

Biraz sonra Hızır u geldi ve ona; “Sen bu kötülüğe katlanıp sabrettiğin ve kadına hiçbir şey söylemediğin için bizi gördün.” buyurdu.

Zira âyet-i kerîmede ifâde buyrulduğu üzere:

“Kim sabredip bağışlarsa, bu ancak büyüklerin yapabileceği değerli bir davranıştır.” (eş-Şûrâ, 43)

Bu kıvâma yükselmiş bir gönül, ne mümtaz bir gönüldür.  İşte bu yüce ve fazîletli ahlâk, ancak Yûsufların şiârıdır. Nitekim kendisini kuyuya atarak ölümünü arzu eden kardeşlerine, yaptıklarının mukâbilini ödetmek iktidar ve gücüne sâhipken Yûsuf u onları affetmiş, ayrıca onlara dâimâ iyilik ve ihsân etmek sûretiyle de kardeşlerini terbiye etmişti. Nihâyet onlar, büyük bir mahcûbiyet içerisinde Yûsuf u’a:

“Allâh’a andolsun, hakikaten Allah seni bize üstün kılmış…” (Yûsuf, 91) demek zorunda kalmışlardı.

Bizler de şahsımızı ilgilendiren bu gibi durumlarda Yûsuf gönüllü olmalı, kendisinden kötülük sâdır olan bir kimsenin rûhuna girecek bir damar bularak onu güzellikle terbiye etmeliyiz. Bu meyanda, kötülüğe iyilikle, zulme af ile, akrabâ hukûkuna riâyetsizliği riâyet ile, mahrum etmeye ihsân etmekle mukâbelede bulunmalı, günâha olan kızgınlığımızı günahkâra taşırmamalıyız. Daha öz bir ifâdeyle, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakmalıyız. 

Bir kimsenin şahsına yapılan iyilik veya kötülüğe verdiği karşılığın hangi mânâya geldiği hakkında Fudayl bin Iyaz şöyle buyurmuştur:

“İhsâna ihsanla karşılık vermek onu mükâfatlandırmaktır. Kötülüğe kötülükle karşılık vermek, onu cezâlandırmaktır. Kötülüğe iyilikle karşılık vermek, kerem ve cömertliktir. İyiliğe kötülükle karşılık vermek ise, alçaklık ve nankörlüktür.”

Mevlânâ Hazretleri’nin gönlüne hitâben söylemiş olduğu şu sözleri bizler de gönüllerimize telkin etmeliyiz:

“Lutuf merhemi ol; inciten diken olma! Kimseden sana bir kötülük gelmesini istemiyorsan; kötü sözlü, kötülük öğreten, kötülük düşünen olma! Her hâlinle amel-i sâlih içinde ol.”

Velhâsıl nefisten kaynaklanan ve aklı baştan gidererek insanı hata ve yanlışlara iten öfke, dizginlenmesi îcâb eden bir öfkedir. Ancak dîn, îman, ahlâk ve mâneviyâta karşı bir saldırı veya zulüm söz konusu olduğunda bîgâne ve umursamaz bir hâl içinde olmak, öfkeyi dizginlemek değildir. Bilâkis böyle bir davranış, derin bir gaflettir. Allah rızâsına nâiliyet için öfkeyi yenmek kadar, lüzûmu hâlinde Allah için öfkelenmek de ehemmiyetlidir. Zira îmânın kemâli; “lâyıkına muhabbet, müstehakkına nefret”i gerektirir.

Yâ Rabbi! Gönüllerimizi sevdiğin ve râzı olduğun hasletlerle tezyîn eyle! Hislerimizi rızân istikâmetine yönlendir. Kulluk tahsîlini en güzel beratla netîcelendirmeye bizleri muvaffak kıl…

Âmîn…

 

 

 

 

 

Spotlar:

1-

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussilet, 34)

 

 

2-

“Lutuf merhemi ol; inciten diken olma! Kimseden sana bir kötülük gelmesini istemiyorsan; kötü sözlü, kötülük öğreten, kötülük düşünen olma! Her hâlinle amel-i sâlih içinde ol.” (Hazret-i Mevlânâ k.s.)

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle