Bir Hak dostu, ibret nazarıyla seyrettiği bir manzaradan hareketle insanoğlunun ihtirâsını şöyle ifâde buyurur:
“Bir gün bir ağacın altında oturmuş dinleniyordum. Bir karınca dikkatimi çekti. Kendinden hayli büyük bir ekmek kırıntısını yüklenmiş, sürükleye sürükleye götürüyordu. Bazen bir su birikintisiyle karşılaşıyor ve etrafından dolaşıyor, bazen de otlara takılan ekmeğin ucunu kurtarmak için didinip duruyordu. Ama ne ekmek parçasını bırakıyor, ne de rahatça taşıyabilmek için ekmeği ufaltıp küçültmeye râzı oluyordu. Bu şekilde o sıcak günde, bu ekmek parçasını uzun bir mesafe taşıdı. Nihâyet yuvasına geldi. Lâkin yuvasına giden koridor küçük, taşıdığı lokma ise büyüktü. Binbir zahmetle yuvanın ağzına kadar getirdiği ekmek parçasını bir türlü içeriye sokamıyordu. Ekmeğin etrafında dolaşıyor, parçayı döndürüyor, öbür tarafından çekiyor, ama bir türlü lokmacık yuvaya girmiyordu.
Bu manzara, beni, kendi hâlimi düşünmeye sevk etti. Bir ömür boyunca istif edip biriktirdiğimiz dünyalıkları, nasıl kabir kapısından sokmaya çalıştığımız aklıma geldi. Hâlbuki dünyada biriktirdiğimiz bu eşyânın, ziynet ve servetlerin, çok daha güzelleri bizi âhiret hayatında bekliyordu. Tabiî, eğer daha önceden oraya gönderebilmişsek! Hakk’ın lutfettiği nîmetlerin nasıl sarf edileceğini bilmiş isek!..”
Dünyâ nîmetlerine takılıp kalmak, onun fânî ve anlık zevk u safâsı için sonsuz bir saâdet imkânını zâyî etmek gibidir. Tıpkı Yûsuf -aleyhisselâm-’ı kuyuda bulup o ulvî nasîbi üç kuruşluk dünya menfaatine satan gâfil kervancıların hâli gibi:
Alnında nûr-i Muhammedî’yi taşıyan Hazret-i Yûsuf, hased sebebiyle kardeşleri tarafından kuyuya atılınca, Allâh -celle celâlühû-, onu orada helâk etmedi. Şiddetli susamış bir yolcu kervanı, içinde su var sanarak kuyuya bir kova saldı. İpe tutunan Hazret-i Yûsuf, kova ile birlikte yukarı çıkınca, kervancı, susuzluğunu unutuverdi. Karşısında akıllara durgunluk veren bir güzellik görerek hayret ve dehşetler içinde kaldı. Ancak gâfil kervancı, bu güzelliğin mânevî cihetine intikâl edemedi. Onun maddesine takıldı ve gâfilâne bir şekilde az bir dünyevî ücretle onu elinden çıkarmayı tercih etti. Aynen Leylâlara takılı kalıp ilâhî vuslata eremeyenler gibi...
Hâlbuki kuyudan su çekmeye giden adamın, karşısında Hazret-i Yûsuf’un güzelliğini görünce suyu da, kuyuyu da unutması ve karşılaştığı bu büyük ilâhî tecellî karşısında kalbindeki gaflet perdesini yırtıp hayret ve dehşet içinde kalması icab ederdi. Yazık ki, o aklı kıt adam, Hazret-i Yûsuf’tan elde edeceği az miktardaki ve geçici dünyevî menfaate aldandı. Eline geçen imkânı ahmakça hebâ etti. Çoğu verip azı aldı.
Mevlânâ Hazretleri, hayatını fânî ve izâfî varlıklar peşinde zâyî ederek âhirete eliboş gidenlerin hamâkatini şöyle ifâde eder:
“Dünyâya gönül verenler, tıpkı gölge avlayan avcıya benzerler. Gölge, nasıl onların malı olabilir? Nitekim budala bir avcı, kuşun gölgesini kuş zannetti de, onu yakalamak istedi. Fakat dalın üzerindeki kuş bile bu ahmağa şaştı kaldı.”
Meşhur kıssadır:
Hak dostlarından Behlül Dânâ, hikmetli ve ibretli sözlerle devrinin insanlarını, bilhassa Halife Hârun Reşid’i îkaz etmeye çalışır, hakîkat perdelerinin aralayarak sık sık mânevî dersler verirdi. Halife de onun bu hâlini sever, saraya girip çıkmasına müsâade ederdi.
Behlül Dânâ, uzun bir süre saraya uğramadı. Karşılaştıklarında Hârun Reşid, merakla sordu:
“–Behlül, çok oldu görünmedin, nerelerdeydin?”
Behlül:
“–Bana cehennemi gösterdiler, oradaki vaziyeti seyrettirdiler.” diye cevap verdi.
Hârun Reşid bu cevâba şaştı kaldı:
“–Nasıl girdin oraya, ateş seni yakmadı mı?” dedi.
Behlül Dânâ, halifeyi dehşete düşüren şu cevâbı verdi.
“–Hayır, orada hiç ateş görmedim. Çünkü herkes ateşini dünyadan kendisi getiriyormuş!..”
Dünyâda insanoğlunu saran nefsânî arzuların câzibesi, hakîkatte ebedî hayatı azap faslına çeviren ateş parçalarından başka nedir?
Bu dünyâdan âhirete gönderdiğimiz her şey bizim, türlü meşakkatlerle biriktirip burada bıraktıklarımız ise dünyanın ve mirasçılarımızındır.
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’tan gelen bir rivâyette buyrulur ki:
“İnsan öldüğü zaman melekler: «–Ne getirdi?” derler, insanlar ise; «–Ne bıraktı?» derler.” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, VII, 10475)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün ashâbına:
“–Hanginize mirasçısının malı, kendi malından daha sevimlidir?” diye sordu. Ashâb:
“–Yâ Rasûlallâh! Hepimiz, kendi malımızı daha fazla severiz.” dediler.
Bunun üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Kişinin kendi malı, hayır yaparak önceden (âhirete) gönderdiği, mirasçılarının malı ise, harcamayıp geride bıraktığıdır!” buyurdular. (Buhârî, Rikâk, 12)
Bu hakîkati bizzat yaşayışıyla da tâlim eden Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in âilesi bir koyun kesmişlerdi. Birçok infaktan sonra Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ondan geriye ne kaldığını sordu. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-:
“–Bize sadece bir kürek kemiği kaldı.” dedi.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Desene (yâ Âişe), bir kürek kemiği hâriç dağıttıklarımızın hepsi bizim oldu!” buyurdular. (Tirmizî, Kıyâme, 33)
O hâlde mü’mine düşen, malın-mülkün iki uçlu bir bıçak gibi olduğu gerçeğini unutmamaktır. Yâni nîmetler, hayra da, şerre de kullanılabilir. Terbiye olmamış ham nefsin nîmetleri gâfilce sarf etmesi, o bıçağı kaydırıp yanlışlıkla insanın can damarını kesmesi gibidir. Hâlbuki nîmetleri nefse mâl etmeyip vâsıta hükmünde tutmak zarûrîdir. Zîrâ âyet-i kerîmede:
“Nihâyet o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8) buyrulur.
Velhâsıl, Allâh’ın lutfettiği nîmetleri nefsine mâl edenlere ne yazık! Nîmetleri Hakk’a vuslatın bedeli olarak kullanabilen mü’minlere de ne mutlu!
Dünyâ malına aşırı düşkünlük, hayâtı bu dünyadan ibâret görüp âhireti unutma gafletinin neticesidir. Kâfirler ve fâsıklar, kıyâmetin o dehşet dolu gününde karşılaşacakları azaptan kurtulmak için dünyadayken sâhip oldukları her şeylerini, hattâ kat kat fazlasını vermeye râzı olacaklardır. Lâkin o gün iş işten geçmiş, fırsat elden kaçmıştır. Nitekim bu hâl, âyet-i kerîmelerde şöyle bildirilir:
“O gün gökyüzü, erimiş maden gibi olur. Dağlar da atılmış yüne döner. Dost, dostu sormaz. Birbirlerine gösterilirler (fakat herkes kendi derdindedir). Günahkâr kimse ister ki, o günün azâbından (kurtuluş için), oğullarını, karısını, kardeşini, kendisini koruyup barındıran bütün âilesini ve yeryüzünde kim varsa hepsini fidye olarak versin de, tek kendini kurtarsın. Fakat ne mümkün! Bilinmeli ki, o (cehennem) alevlenen bir ateştir.” (el-Meâric, 8-15)
Bir hadîs-i şerîfte de, kâfirlerin kıyâmet günündeki bu hâli şöyle tasvîr edilir:
“Kıyâmet gününde kâfir getirilir ve ona, «Söyler misin, senin dünyâ dolusu altının olsa bunları şu an kendini kurtarmak için fidye olarak verir misin?» denildiğinde, «Evet.» cevâbını verir. Bunun üzerine ona: «Senden bundan daha kolayı istendi (fakat bundan çekindin!)» denilir.” (Buhârî, Rikâk 49; Müslim, Münâfıkîn 52)
Sâlihlerden biri şöyle demiştir:
“Rüyamda kendimi cehennemin köprülerinin üzerinde duruyor gördüm. Oraya büyük bir korku ve endişe ile baktım. Kendi kendime:
“–Bunları nasıl geçeceğim?” derken oradan biri bana:
“–Ey Allâh’ın kulu, yükünü bırak da geç.” dedi. Ona:
“–Benim yüküm nedir ki?” dediğimde:
“–Dünyâyı bırak.” diye karşılık verdi. (Rûhu’l-Beyân, II, 470)
Kalpten çıkarılması gereken dünyânın ne mânâya geldiğini ise, Hazret-i Mevlânâ şöyle hülâsa eder:
“Şunu bilesin ki, dünyâ; para, pul, kadın, giyim-kuşam, ticâret değildir. Dünyâ; Allah’tan gâfil olmaktır.”
Yâni kalbi meşgûl ederek kulu gaflete düşüren ve Rabbini unutturan her şeyi gönülden çıkarmak îcâb eder.
Rabbimiz bizleri, emânet olarak verdiği nîmetleri âhiret sermayesi hâline getirebilen sâlih ve sâdık kullarından eylesin!.. Bizleri kıyâmet günü mahzun ve mahrum bırakmasın!..
Âmîn!
YORUMLAR