Yozlaşma

Toplumların zaman içerisinde birbirlerine tesir edip değiştirmeleri, sosyolojik bir gerçekliktir. Kapalı toplumlar, her ne kadar kendilerini belli kurallar ve tedbirlerle koruma altına almaya çalışsalar da günümüz teknoloji çağının en mühim neticesi, iletişimin çok hızlı olmasından kaynaklı bu koruma tedbirlerinin artık çok fazla işe yaramadığıdır. Bu etkiletişim hakikatini kabul edip yine kendi ve doğru unsurlarımız ile sâfiyetimizi koruyarak kalabilme hassasiyetini taşımak, toplumun bekâsı için önemli bir husustur.

“Özündeki iyi vasıfları, birtakım dış unsurlarla alâka sebebiyle zaman içinde yitirmek, soysuzlaşmak, özünden uzaklaşmak, bozulmak” mânâlarına gelen “yozlaşma”nın asıl tehlikelisi, mânevî değerlerini, hayata bakış tarzını ve öz vasıflarını yitirmek olarak târif edilebilir.

Bizim toplumumuzun kendine has birçok özellikleri mevcuttur. Bu özelliklerin pek çoğu da hayat kaynağımız olan İslâm Dîni’nden kaynaklanmaktadır. Yüzyıllar boyunca geleneksel Türk kültür ve motifleriyle kaynaşmış olan İslâm ahlâk, kültür ve mâneviyatı; medeniyetimizi şekillendirmiş, örf, âdet ve geleneklerimiz bu değerlerle harmanlanmıştır. Bazen dînî değerler, bazen kültürel değerler ve örf/âdetler öne çıkmış, fakat her iki hâlde de bunlar birbiriyle iç içe geçmiştir. Dîne tamamen ters olan örf ve âdetler ise, çoğunlukla akl-ı selim sahipleri arasında pek îtibar görmemiştir.

Ancak bugün bize tesir eden kültür ve medeniyet unsurları ve onların dayattığı fert, âile ve toplum modelleri, bizim örflerimize de, dinimizin getirdiği prensiplere de taban tabana zıttır. Çünkü bu kültür ve medeniyetin temelleri, bazen kökleri Hıristiyanlık, Yahudilik ve Budizm gibi başka din ve medeniyetlere dayanmakta, bazen de dinleri tamamen reddeden inançsızlık ve ideolojilerden beslenmektedir.

Bize büyük bir tehdit unsuru oluşturan bu saldırıların; kültürümüzü, medeniyetimizi, milletimizin değerlerini bu kadar sarsmasının en mühim sebeplerinden biri de, yaklaşık iki-üç asırdır, Batı’ya doğru merak, ilgi ve hayranlığımızın katbekat artmasıdır. Biz, gözü kapalı bir şekilde Batı Medeniyeti’ne doğru koşarken sahip olduğumuz bütün değerleri küçümsemiş ve büyük bir “aşağılık” duygusu ile redd-i mîrasta bulunmuşuzdur. Bize ait olan ne varsa, “küçük”, “değersiz” ve “gericilik” olarak görmüş, tarihî açıdan bile ondan daha eski, daha köhne ve insan rûhuna/tabiatına ondan daha ters ne varsa, hepsini sorgusuz suâlsiz baş tâcı etmişizdir.

Bugün ödediğimiz acı faturanın, yaşadığımız buhranların, ahlâkî ve kültürel çözülme ve yozlaşmanın en büyük sebebi, iki-üç asırdır tekrar edegeldiğimiz bu vahim hatamızdır. Buna bir de günümüzün küresel ölçekteki medya kanallarıyla yapılan kültürel yıkımı eklersek, bir türlü ayaklarımız üzerinde duramamamızın sebebini daha rahat anlamış oluruz.

Hayatımıza en çok tesir eden unsurları sıraladığımız zaman, herhâlde en başta medya ve onun farklı alanları gelmektedir. Batıda sanayi devrimi ile başlayan teknolojik ilerleme; bir manada dînî değerleri, âdetleri, gelenekleri ikinci plâna iterek daha özgür, daha ferdî ve tek başınalığı tercih eden bir insan tipini ortaya çıkardı. Bu, belki Batı modeli insan tipini besleyen bir değişimdi, ama toplu hâlde yaşayan ve gücünü beraberlikte, cemiyet içinde olmaktan alan bizim gibi toplumlar için alışılmadık bir durumdu.

Biz de Cumhuriyet’in kurulması ile zirve yapan Batılılaşma sürecinde, köklerini bir kenara koyan, yüzü Batı’ya dönük, değerler silsilesi anlamında kendisinden utanan ama Batı kültürüne hayranlık besleyen yeni bir insan tipi ortaya çıktı.

Kanaatimizce ülkemizde birçok alanda yaşanan anlaşmazlıkların, uyumsuzlukların ve tartışmaların altında bu “iki farklı insan tipi”nin oluşması yatmaktadır. Bize göre kendi köklerini terk edip, hayat tarzı olarak Batı’yı örnek almak bir “yozlaşma” sayılırken, başka bir kesime göre Doğu’nun hayat tarzı ile beraber İslâm’ın istediği hayatı tercih etmek yozlaşma olarak değerlendiriliyor.

Şunu unutmamak lâzım ki, biz yüzyıllar boyunca kültürel sömürüye mâruz kalmış bir toplum değiliz. Biz, yeni ihdâs edilmiş bir devlet veya cemiyet de değiliz. Bizim hamâsetten uzak, kendimizi ifade edebileceğimiz, topraklarımızda köklü bir medeniyet oluşturmuş, devlet kurmuş, sistem oluşturmuş, kendi şehir kültürünü, mimarîsini, dilini, örfünü ve millet olma adına ne lazımsa bin yılı aşkın bir süredir hepsini oluşturmuş, köklü ve ihtişamlı bir geçmişimiz var.

Bizim miladımızı, “Cumhuriyetin kuruluşu” olarak değerlendirmek yanlış bir yaklaşım olur.  Geçtiğimiz yüzyılın başında yaşanan, dünya genelinde ortaya çıkan değişimlerin bize yansımasıdır devlet yönetiminin değişmesi... Yoksa vatan aynı vatan, millet aynı millet ve milletin taşıdığı değerler de aynı değerlerdir.

Dış dünyaya söyleyebileceğimiz, daha pek çok üstünlüğümüz varken, “özeleştiri” mâhiyetinde kendi hâlimizi de şöyle bir masaya yatırmak ve gerçekçi bir yaklaşımla değerlendirmelerde bulunmak isabetli olacaktır. Böylesi iftihar edilecek bir tarihin mensupları olarak şu an geldiğimiz noktada yaşadığımız yozlaşmanın sebepleri neler olabilir?

“Dünyaya uyum sağlayacağız!” derdi ile her alanda taklit ve kopyalama hastalığı ile kendi dertlerimize çözümler aramak ne kadar uygundur? Ne kadar bizi “biz” yapar ve ne kadar uzun vâdelidir? Kendi insan karakterini, örf-âdet ve geleneklerini dikkate almadan hazırlanan kanunlardan tutun da eğitim sistemimizi ve kültür dünyamızı dizayn eden kurallara kadar, ne kadar “kendimiz” olarak kalma gayreti içerisindeyiz?

Belki bazı şeyler devlet eliyle tesis ve icra edilir. Onları belirlemekte ve değiştirmekte fert olarak bir tesirimiz bulunmayabilir. Ancak fert olarak bizler, kendi değerlerimizi muhafaza etmek ve onları nesillerimize aktarma vazifemizin ne kadar farkındayız? Bunun gereklerini ne kadar düşünüyor ve uyguluyoruz.

“Muhafazakâr bir toplum” olarak neleri muhafaza edebilmişiz, neleri kaybetmişiz? Bunun sorgulaması, devlet kadar toplumun da vazifesi… Meselâ, mahalle kültürünü yaşatacak hangi teşebbüsümüz var? Ya da komşuluk ilişkilerimizde bencil miyiz yoksa fedakâr mı? Şehir hayatına yaptığımız meslek bakımından nasıl bir katkımız oluyor?

Toplu yaşanan yerlerde esnaf isek nasıl bir değer yaşatma kaygımız var? İş adamı isek hangi millî kültürümüze âit hangi değeri canlı tutma derdindeyiz?  Eğitimci isek, tesir sahamızda kendimizi ifade eden hangi değeri kazandırıyoruz öğrencilerimize? 

Kısacası yozlaşma, önce insana, sonra da topluma bulaşan öldürücü bir virüs gibidir. Bu millete topyekûn bulaştıramadıkları bu yozlaşma virüsünü; farklı isimler altında; “insan hakkı”, “demokrasi”, “özgürlük”, “benim hayatım” gibi aldatıcı ve yaldızlı kavramlarla fert fert zihinlerimize ve hayatımıza enjekte etmeye çalışıyorlar.

Biz, “biz” olmaktan ve böyle olmaktan memnunuz. Biz, muhafazakâr bir ruhla değerlerimizi koruma, yaşatma ve devam ettirmekten memnunuz. Bu yüzden milleti ve insanı kendisinden uzaklaştıran yozlaşmanın her türlüsüne de, kültür emperyalizmine de karşıyız.

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle