YOLA YOLDA RASTLADIM
Bu işin usûlü budur; seveceksin,
Hakkıyla, gönlünü taşlara sürte sürte seveceksin.
Yıllardır, İslâm’ın takvâ ölçüsü olarak getirdiği bazı şeyleri, gerçekleşmesi imkânsız ideallerden ibaret görürdüm. Üstelik, bazıları mâkul de gelmezdi; insan gülmeli, insan yemeli içmeli, gezmeli, görmeli, bolca, çokça konuşmalı, insan hayatı dolu dolu, doya doya yaşamalı.
Ve evet, İslâm’ın özünde, dünya nîmetlerinden faydalanmayı yasaklayan bir durum yoktur. Aksine İslâm, nîmetin nîmet verilenin üzerinde görünmesini teşvik eder. Ancak ehl-i takvânın “malâyânî”[1] olarak niteleyeceği şeyler de bana tatlı ve çekici geliyordu ve bunların böylece kestirilip atılmasını sindiremiyordum.
Gençliğimin baharındayım! Bu bahar öyle bir bahar ki, sanki, dokunduğum yer çiçek açacak. Bir şeyler yapacağım muhakkak, yerimde duramıyorum. Gençliğim bir sel gibi içime çarpıyor, bir oraya bir buraya savrulmak arzusu, içimden akıyor, fışkırıyor, ona uyum sağlamak, kime kimseye takılmadan bakmadan sokaklarda koşmak, şarkılar söylemek, üzüldüğümde hüngür hüngür ağlamak ve bunu herkesin gözüne soka soka yapmak istiyorum. Beni durdurmaya kimin gücü yetecek?
Ve “Dan!..” Takvâ bana îtidâli emrediyor ve İslâm, bana en küçük işimde bile hak-hukuk gözetmemi -meselâ sokakta bağırırsam ve bir bebek uyanırsa, bunun “kul hakkı” olduğunu- söylüyor. İçim böyle çırpınır ve takvâ idealleri çalkantılı okyanusumu bir limana bağlamaya kalkarken -koca okyanusu limana, heyhat!- ben bir kimlik bocalaması, ben bir çıkmaz ve bir çeşit kızgınlık yaşamadan edemiyorum.
Genç, nefsinin neşesini kırmak için, her gününü sahurların geçiştirildiği oruçlarla baygın mı geçirecek? Genç sönükken genç midir? İslâm şuncacık gençten ne yapmasını istemektedir? Yaratıcı, bu denize bu dalgayı boşa mı yüklemiştir?
Bunların bende bir cevabı yoktu. İslâm’ı cidden gönlünde taşıyan kimselere derin bir saygı ve muhabbet besliyordum. Ne yazık ki, böyleleri oldukça nâdirdir. İslâm’ı gerçekten gönlünde taşıyan kimseler, ferdî, ikili ve çoklu münâsebetlerinde Allah rızâsını öne alırlar ve muhatap aldıkları kimselere, Allâh’ın kanunlarını göz önünde bulundurarak karşılık vermeye azamî titizlik gösterirler.
Bu kimseler, çocuklara merhametli ve sabırlı olurlar, sır tutarlar ve laf taşımazlar, kusur örterler ve bakış eğerler, hayra teşvik ederler ve en önemlisi, Allâh’ın emirleriyle tümüyle barışıktırlar. Îmanlarının güzelliği, çehrelerinden akar. Dinin kuru kuruya muhabbetini yapmazlar, din onların her ameline sirâyet etmiştir. İdareci olurlarsa, sorumluluk yüklenirler; titizlik ve hakkâniyetle iş görürler. İdare edilen olduklarında da vakur, onurlu ve sorumluluk sahibidirler.
İyi müslümana sırtını dayarsın. İyi müslüman, aranızda samimiyet olsun olmasın, sana güven verir. Allah bana içimde bu kızgınlık yanıp sönerken, iyi müslümanlarla tanışmayı nasîb etti. Ben onlarla tanıştığım dönemde, tesettürüme; dünyayı karış karış gezmeme, dalgıçlık yapmama ve ata binmeme engel teşkil ettiğini düşündüğüm için küskündüm. Beni bütün ibadetlerime bağlayan tek nokta ise, bir soruydu, ne zaman bunalsam durur ve derdim ki:
“-Allâh’a inanıyor musun? O’na tam mânâsıyla îmân ettin mi?”
Ve cevaplardım: “Evet.” Sonra derdim ki:
“-Öyleyse bunun gereğini yerine getirmek zorundasın.”
Amellere devamlılık, kişinin çıkmazlarını yatıştırır. Yine de, her kriz ânında bu temel soruya kadar bütün düşüncelerimi soymak, beni üzüyordu. O iyi müslümanların Allâh’ın emirlerini nasıl bir gönül hoşnutluğuyla kabullendiklerine, çok büyük hüzünlere nasıl tahammül ettiklerine, daha pek çok nasıla şaşırıyordum, hayran kalıyordum. Ve bu benim gönlümü yaralıyordu. Allâh’a inanıyordum. Allâh’ın emirlerini ise, hakkıyla sevemiyordum.
Ben, bu kimseleri sevdikçe, onların muhabbet duydukları şeylerin muhabbeti bana akmaya başladı. Peşlerinde dolanır, onlara sorular sorardım. Bunlar oldukça basit sorular da olurdu, sadece sohbet maksadıyla yahut karşımdakileri yoklamak için de sorduğum olurdu. Sorumun cevabından ziyade, onların bakış açısıydı, benim için kıymetli olan… En kritik sorum şuydu:
“Allah benden ne istiyor?”
Bu basit bir soru gibi görünebilir, bazıları çoktan kulluk cevabını yapıştırdı. Oysa bu soru, insanı yakıp yıkmaya muktedir bir sorudur. Ucu insanın mânâ ve derinlik arayışına dayanır. Bir gün Kur’ân’dan bazı âyetler okuyup iyi bir müslümanın karşısına geçtim, âyetler kadınlar hakkındaydı. Şunu sorduğumu hatırlıyorum:
“-Ben feminist de değilim, ataerkilliği de onaylamıyorum. Ben hiçbir norm istemiyorum. Benim için gerçeği de değiştirmeyin. Sadece şunu söyleyin, İslâm, bir kadından ne bekler? Sâhiden, sâhiden ne bekler?”
Temel sorular, insanı ne kadar yaralar. “İslâm benden ne bekliyor?”, “Allah benden ne bekliyor?” Ben İslâm’ın benden beklentilerini karşılayamayacağım, çünkü şimdi bunu yaparsam, bu tatlı enerjim, bugünler geçince içimde olmayacak! Şimdi nasıl durulurum, çünkü ben gencim! Ben gencim! Ben gencim! Umut saçıyorum. Dünyayı değiştireceğim, nereden başlayacağıma karar verirsem. Ve bir de tam olarak neleri değiştireceğime karar vermem gerekiyor. Ama netice olarak, yapacağım şeyler varken eline vurulup ekmeği alınacak saflıkta ve kırılganlıkta çakılı kalmak ağırıma gidiyor.
Ağırıma giden şeyler, bir süre daha ağırıma gitti. Ama bir zaman sonra, içimdeki öfkeye suların damla damla serpildiğini hissetmeye başladım. Ben âşık olmuştum. Ve tam bu noktada, âşıkların dağları delişi, çöle düşüşü gözümde tabiî şeylere dönüştü. Biraz netleştireyim. Bu geçiş döneminde kıymetli bir iyi müslüman ile bir kitap okuyorduk. Kitap, hadis talep edenlerin bu uğurda çektikleri meşakkatlere dair anekdotlar içeriyordu. Kitaba başladığımız zaman bu iyi müslümana -yine içimde filizlenen benzer bir öfkeyle- sorardım:
“-Yapılacak bunca önemli iş varken, bir yanda savaş, bir yanda açlık, bir yanda yapılacak başka birçok faydalı iş varken; bir hadis öğrenmek için şehir değiştirilir mi?” delilik, has delilik…
Misalleri çeşitlendirmek mümkündür. Bir işe sebat edip uykusundan, yeme-içmesinden kısan, sevdiklerine daha az vakit ayıran ve kısacası dünyaya dair bütün tatları kenara koyup -ne olduğu önemli olmaksızın- bir şeye odaklanan kimseler...
Açıkçası zeki biri olduğum söylenir, ancak yıllarca kendimi bir türlü hırslı çalışmaya ikna edemezdim. Ancak ne zaman ki ağzıma bir bal çalındı, o lezzetten bir parça daha tatmak için yapılacak her türlü fedakârlık gözümde anlamsızlaştı. Gençliğim sarhoş oldu. Gençliğimin dalgaları bütün güçleriyle köpürüyor, ancak artık bunun beni yıktığını değil, dirilttiğini hissediyorum. Gençliğim, bu aşkın peşinden koşmaktan daha tatlı hiçbir şey tanımıyor. Ve bu ateş, gençliğin közlerinden daha parlak, gençliği aşkıma odun etmek istiyorum.
Benim buradan âcizane çıkardığım kanaat şudur: Dervişe çileyi gönül hoşluğuyla kucaklatan ancak muhabbettir! Bu ise, taklit etmekle elde edilebilecek bir mertebe değildir! Yahut dervişin ameli, onun muhabbetine sahip olmayanın güç yetirebileceği bir iş değildir. İyi müslümanların yaptıklarına hayranlık ve sevgi duymam başka bir şeydir, onlar gibi olmaya güç yetirebilmem başka bir şeydir. Ve insan, takvâ hayatı sürmek istiyorsa, takvâya müsâade edecek ölçüde sevmelidir.
Bir hadîs için elbette şehir değiştirilir, zaten şehir bir hadîs peşinde koşarken değiştirilmeyecekse, ne için değiştirilecektir? Mecnûn’un gözünden Leylâ’yı görmeyen ne bilsin? Allah, gençleri ulvî güzelliklere mecnûn eylesin! Bizi iyi müslümanlarla karşılaştırsın, bizi onlardan eylesin.
Rukiyye GÖNÜLLÜ
[1] Hadîste geçen aslı, “mâ lâ ya‘nîhi” şeklinde ve “kendisini ilgilendirmeyen şeyler” mânâsındadır.
YORUMLAR