Bak ne kadar koşsan da, başladığın yerde ayakların durur.
Ne kadar yazıp dursan da, elindeki kalem, ilk satırda durur.
Gönlün ne kadar çarpıp dursa da o gerçek aşka sahip değilse, sadece çırpınıp durur.
Ey ömrümün kandili, ey özümün baharı, gel ve beni hakikî bir nefesle sırla…
Süfyân-ı Sevrî Hazretleri’ne genç yaşta kamburunun çıkmasının hikmetini sorduklarında:
“-Bana bu ilmi veren hocalarımdan bir kısmının îmansız öldüğüne şahit oldum!” demişti.
Koca bir ilme ve uğrunda koşmakla geçtiği görünen bir ömre, bu son, ne ilginç değil mi? Bu misal, Allah Rasûlü’nün “en büyük müflis”[1] dediği zümreyi tam olarak târif etmez mi?
“Süfyân-ı Sevrî Hazretleri gibi bir Hak dostunu yetiştiren bir insan nasıl kurtulamaz ki?” diye soruyorum kendime, hemen cevap veriyor Mevlânâ Hazretleri:
“Bir an içinde bir sıddîki kâfir ediverir, yine bir an içinde bir dinsizi bir zâhid derecesine çıkarır. Çünkü muhlis (samimî, ihlâs sahibi) bir kul, kendisinden tamamıyla hâlî ve hâlis olmayınca, yani irâdesini irâde-i Hak’ta kâmilen fânî kılmayınca tuzak tehlikesine düşmek muhâtarasındadır (tehlikesindedir). Zira muhlis, bir yolcudur. Yolda ise nefs, şeytan gibi haydutlar hesapsızdır. Böyle bir yolculukta ancak Allâh’ın emânında olanlar kurtulabilir.” (Mesnevî, 5271-5273)
“Muhlis olan bir zât bile nefsin şerrinden kurtulamıyorsa, hâlâ tuzaklarda helâk olma tehlikesi varsa, kimler Allâh’ın emânında?” diye soruyorum. Cevap veriyor Sevgili Mevlânâ:
“Muhlas olanlar (kendi varlık vehminden kurtulanlar, Cenâb-ı Hakk’ın özel olarak koruduğu, hıfz-ı ilâhîye alınmış olan kullar) emindirler. Fakat gönül aynası, mâsivâ pasından tamamıyla temizlenmemiş olanlar muhlislerdir. Tevhîd-i hakikî kuşunu henüz tutamamış, onu ancak avlamaya çalışmıştır. Muhlis bir zât, muhlas mertebesine vâsıl olunca, emn ü emân makâmına erer. Ve nefis ile şeytana galebe çalar.” (Mesnevî, 5274-7525)
Ne kıymetli mertebeler var, dost; lügatlerde kilitli… Gönüllerde nasıl bir tekâmül liyâkati var, lâkin benlik illeti ile yok edildi… Daha dün selâm ediyordum sana, bugün “ben” dedim, kalmadı gönlümün hiç keyfi… “Ben” diyen kimi gördün, Arş’a çıkmış neşvesi?
Sen, Sen, Sensin yâ Rabbi, şu âcizin devâsı… O zaman kurtar bizi şu puttan, herkesin gönlünde adı “Ben” olan…
Mesnevî, bizi benlik engeli ile yüzleştirip ne de güzel kurtulma yollarını sunuyor:
“Dere kenarında yüksek bir duvar vardı. Üstünde susamış dertli biri bulunuyordu. Onu sudan men eden o duvardı. O ise, su için balık gibi çırpınıyordu. Birden bire suya bir kerpiç parçası attı. Kerpicin düşmesi ile suyun sesi ona bir hitap gibi geldi. Suyun sesi, yârin hitâbı gibi tatlı ve lezzetli idi. O su sesi, onu üzüm suyu gibi mest etti. O, susuzluk mihneti çeken, su sesinin verdiği safâdan, duvardan kerpiç koparıp atmaya başladı.
Su ona: «Hey; bana böyle kerpiç atmaktan sana ne fayda var?» diye seslendi. Susamış adam cevap verdi ki: «Ey su; bu atıştan benim için iki fayda vardır. Onun için bu kerpici atmaktan vazgeçmem. Birinci fayda: Su sesini işitmektir ki o, susamışlara rebâb dinlemek gibi gelir. İkinci bir faydası da şudur ki: Kopardığım her kerpiç ile duvar alçalıyor, ben de o nisbette akar suya yaklaşıyorum.»
Ey şuurlu kimse, yüksek bir duvardaki kerpiçlerin azalmasından duvar şüphesiz alçalır. Duvarın alçalması, suya yakınlık hâsıl eder. O kerpiçlerin ayrılması vuslat dermanı olur.
Nasıl ayrılır o kerpiçler duvardan?
Allâh’a secde etmek, o yapışık kerpici koparmaktır ki, Hakk’a kurbiyyeti mûcib olur, nitekim Kur’ân’da «…Secde et ve yaklaş!»[2] buyrulmuştur.” (Mesnevî, 5156-5173)
Secde, kulun en kıymet verdiğini, yani yüzünü; en aşağı olana, yani yere, toprağa sürmesidir. “Senin yolunda yüzümü yere sürmek ne ki, ben bu yolda serimden (başımdan) geçerim!” demektir.
Sen emredersin de “bu benim zihnime yatmadı” denilir mi? Ben ve şu âciz varlık yolunda pervâne demektir… Peki, diyebildik mi? Kaç gece bölündü uykuların, kaç seher secdelerle yakınlaştın da yakınlaştın?
Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuyor mu?
“Bir kulun Rabbine en yakın bulunduğu an, secde ânıdır.” (Müslim, Salât, 215)
“Allâh’a çok çok secde et. Çünkü sen secde ettikçe, Cenâb-ı Hak, o secde ile seni bir derece yükseltir ve yine o secde ile senden bir hatayı düşürür, yani affeder.” (Müslim, Salât, 225)
Secdelere engel olan şeyleri de şöyle sıralıyor Mevlânâ Hazretleri:
“Bu varlık duvarı yüksek bulundukça, bu baş eymeye, yani secde etmeye mânî olur. Bu toprak vücuttan kurtulmayınca eğilip âb-ı hayata secde etmek ve ondan doya doya içmek imkânı yoktur.” (Mesnevî, 5174-5175)
Biz nefse kıymet verdikçe, ebedî saadet şarabını nûş etmekten mahrum kaldık. Bana göre böyle dedikçe, hikmet ve sırlardan fersah fersah uzak kaldık…
Eyyûb -aleyhisselâm-’a hastalıklarının ortasında her seher, “Kulum!” nidâsıyla gelen o kudsî nefes! Bizi kul olanlara kat, onlarla yücelt…
Ey kuyunun dibinde Yûsuf -aleyhisselâm-’a yetişen Kudret Eli! Bizi nefsimizle başbaşa kalmaktan, onun elinde oyuncak olmaktan koru, kolla…
Zekeriyyâ -aleyhisselâm- misâli sükûtu sevdir, Nuh -aleyhisselâm- misali hatayı bildir, Zülkarneyn -aleyhisselâm- misâli, dünyanın şarkından garbına koştur; lâkin sadece Sana kul olarak gelmeyi sevdir….
Sen çalış çabala, senin aşkını ve yakarışını sakın görmez sanma! Baksana nasıl ümit verir Hazret-i Mevlânâ:
“Hiçbir üzüm tekrar koruk olmaz. Kemâle gelmiş bir meyve de turfanda, yani yarı olmuş bir hâle gelmez.” (Mesnevî, 5276)
Sen, olmaya çabala, ama sakın ola “Oldum!” sanma!
Olanlar kervanına girdi isen, bu kervandan kovarlar sanma…
Ben demeyi bırakınca, Hakk’a vuslat açılır.
Secdelerde rahmeti yakalamayan, sakın bir an şâdân sanma!
[1] Bkz. Müslim, Birr, 59.
[2] el-Alak, 19.
YORUMLAR