İnsanoğlu, zayıf ve sosyal bir varlıktır. Her biri, birbirine muhtaç olduğundan toplu hâlde yaşar. Âile, bu toplumun en küçük ve en temel birimidir. Kişinin birinci dereceden bakımı ve korunması, âile içerisinde temin edilir.
Âile çatısının iki büyük temeli ise, anne ve babalardır. Genellikle kadın, evin iç işleriyle vazifeliyken, erkek de fıtrat îcâbı “âile reisliği” vazifesini üstlenir. Baba, âile için her zaman ve her yerde güven ve dayanaktır. Yuvadır, örtüdür; âileyi ayakta tutan direktir. Bu hakikat, deyim ve atasözlerimize bile girmiştir: “Baba adam”, “baba kanadı üstünde olmak”, “baba ocağı” gibi…
İlâhî imtihan gereği, bazılarımız, daha küçük yaşlarımızda baba nîmetinden mahrum kalırız. Baba sıcaklığından, baba şefkatinden mahrumiyetle imtihan ediliriz. Kimimiz babayı tanıyamadan kaybederiz, kimimiz kokusuna, nasihatlerine doyamadan... Akşam eve geldiğimizde sevinçle sohbet edeceğimiz, çarşıdan bakkaldan ihtiyacımız olduğunda çekinmeden aldıracağımız, hastalandığımızda kucağında sabahlayacağımız bir güven âbidesini kaybetmek elbette zordur. Onların gidişiyle evlerimizin âdeta ışıkları söner. Yüreklerimizin sevinci azalır. Sanki ıssız çöllerde yapayalnız kalmış gibi oluruz. Ya da gurbet ellerde kimsesiz, korumasız…
Yetimler, kırık gönüllü, mahzun bakışlı olurlar bu yüzden... Her baktığı yerde güzellikleri gören Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ümmeti olarak; yetimlik bizim boynumuzu bükmesin. O yetim Peygambere benzediğimiz, O Sevgili Rasûl’le aynı kaderi paylaştığımız, hasretlerimizle, hüzünlerimizle O Nebî’ye daha yakın olduğumuz için sevinelim.
Çünkü O Sevgili Peygamber:
“Ben, her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim, daha yakınım. Bir kimse ölürken mal bırakırsa, o mal, kendi yakınlarına âittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana aittir; yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” buyurmaktadır. (Müslim, Cuma, 43)
Yine bir başka sohbetinde:
“Müslümanların evleri içinde en hayırlı ev; içerisinde yetime iyi muâmele edilen evdir. Müslümanlar içinde en kötü ev de yetime kötü muâmele edilen evdir.” buyurmaktadır. (İbn-i Mâce, Edeb, 6)
Kanadı kırık yetimleri sevip gönüllerini hoş edenleri ise, (işaret ve orta parmağını göstererek) şöyle medhetmiştir:
“Yetimin işini üzerine alan kimse ile ben, cennette şu iki parmak gibi (beraber) olacağız. Kim sırf Allah rızası için şefkatle yetimin başını okşarsa, elinin değdiği saçlar sayısınca ecir ve sevap kazanır.” (Ahmed, Müsned, V, 250)
“Bir kimse, Müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere evine götürürse, afvedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allah Teâlâ, onu mutlaka cennete koyar.” (Tirmizî, Birr, 14/1917)
İnsan için, ekmek ve su kadar elzem olan sevgi; duygu ve düşüncelerin sağlıklı gelişimi ve bünyenin kuvveti için çok önemlidir. Özellikle çocukluk dönemlerinde sözlü ve vücut diliyle kurulan sevgi iletişimi, onların yarınları için en önemli sermayelerdir. Bundan birinci derecede mahrum olanlar, elbette yetim, öksüz veya parçalanmış âilelerin çocuklarıdır.
Her konuda yegâne örneğimiz olan Peygamber Efendimizi, bu konuda da örnek almalıyız. O, tanıdık-tanımadık her yetimin başını okşamış, evine götürmüş, yedirip içirmiştir.
Bir gün, bir bayram namazından sonra mescitten çıktığında, çocukların neşe ve sevinç içinde oynadıklarını, onlardan birinin ise duvarın dibinde mahzunca ağladığını görür. Doğruca yanına varıp:
“-Yavrum, neyin var, niçin böyle üzgün duruyorsun? Arkadaşlarınla birlikte oynamıyorsun?” der.
Çocuk, babasının Uhud’da şehid olduğunu, annesinin de başka biriyle evlenince sahipsiz kaldığını anlatır. Gönüller Sultanı Efendimiz, çocuğun elinden tutar, başını okşar ve:
“-Neden ağlıyorsun? Ben baban, Âişe annen, Fâtıma da kardeşin olsun, istemez misin?” buyurunca çocuk sevinçle Efendimiz’e bakar ve:
“-Nasıl istemem, Yâ Rasûlallah?” der.
Peygamberimiz, çocuğu alıp evine götürür. Yedirip içirir, üstünü başını giydirir.
Karnı tok, sırtı pek olan çocuk, bir süre sonra, oynayan çocukların arasına karışmak üzere sokağa çıkar. Arkadaşları Beşir’in hâlindeki değişikliği görünce etrafına toplanıp merakla sorarlar:
“-Sen biraz önce ağlayıp duruyordun. Şimdi nasıl oldu da bu hâle geldin?”
Beşir cevap verir:
“-Açtım, doydum; çıplaktım, giyindim; yetimdim, Rasûlullah babam, Âişe annem oldu.”
Bunun üzerine diğer çocuklar, Beşir’e gıpta ederek şöyle derler:
“-Ne olaydı, keşke bizim de babalarımız Uhud’da şehid olaydı da, biz de öyle bahtiyar bir babaya kavuşmuş olaydık!..”
Peygamberimizin vefatına kadar Beşir bin Akra, O’nun yanında kalır. Peygamberimiz’in ebedî âleme göçtüğünü duyduğunda ise Beşir ağlamaya başlar ve şöyle der:
“-İşte şimdi yetim kaldım, işte şimdi garip oldum.”
Allah Teâlâ ve Peygamberimizin tasarruflarının üzerinde bulunduğu yetimlere ilgi ve şefkat göstermek, insanın mâneviyâtı üzerinde büyük bir tesir icrâ eder. Yetimlerin bakım ve eğitimleri ile meşgul olmak, insanın şahsiyeti ve ahlâkını güzelleştirir, duygularını inceltir. Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- rivayet ediyor:
“Peygamber Efendimiz’e bir adam geldi ve kalbinin katılığından dert yandı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- toplumdaki kanadı kırıklarla meşgul olmayı teşvik ederek şöyle buyurdu: «Yetime şefkat göster, başını okşa, yediğinden ona yedir.»” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 263, 387)
İslam dâiresi içine girerek Peygamber Efendimiz’e ümmet olan her mü’min, engin bir şefkat, merhamet ve diğergâmlıkla sarılmış, sahiplenilmiştir. Bu dâirede yetimlik ve yalnızlık yoktur. Asıl yetimlik, Allah ve Rasûlü’nün rızâsından ve sevgisinden mahrum kalmaktır.
YORUMLAR