Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyor:
“Çocuklarınız size emanettir. Çocuklarınızın sizin üzerinizde hakları vardır.” (Buhârî, Savm, 55-56)
* * *
İmtihanlarla dolu bir dünyada yaşıyoruz. İmtihanların en ağırı ise, insanın ciğerpâresi evlâtları ile oluyor. Evlât, anneden, babadan bir parça; annenin kanından bir kan, canından bir candır. Evlât, göz nûru, göz aydınlığı ve anne-babalar için her şeyden sakınılan varlıklardır. İlâhî bir mûcize olarak bir çocuğun dünyaya geliş mâcerâsına baktığımız zaman hikmet ve sırlarla dolu olduğunu görürüz.
Rabbimiz, yaratılışımızı tefsire ve te’vile mahal vermeden ifâde buyuruyor. Açık bir beyanla âyet-i kerîmelerde ifâde etmesinden de anlıyoruz ki, insanın var olması ve dünyaya gelişi, öyle kolay ve basit bir hâdise değildir.
“Bir damla su, bir kan pıhtısı, bir alaka, küçük bir et parçası ve ona yavaş yavaş şekil verilmesi... Sonra kemikler ve o kemiklere etin giydirilmesi, gözler, eller, yüz, ağız ve burnun belirginleşmesi… Sonra his ve duyguların verilmesi…” Ne kadar olağanüstü değil mi?
Bütün bu mâcerâyı, çocuk, annesi ile birlikte yaşar. Anne eğer hâdiseye hikmet ve ibret nazarıyla bakabiliyorsa, Rabbinin yüceliğini, kudretinin sonsuzluğunu istidâdınca görebilir, hissedebilir.
Kur’ân-ı Kerîm’in ifâdesi ile:
“Mallar ve evlâtlar, dünya hayatının süsüdür. Bâkî kalacak sâlih ameller ise, Rabbinin katında, sevap olarak da, ümit olarak da daha hayırlıdır.” (el-Kehf, 46)
“Ey îman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. O ateşin başında gayet katı, çetin, Allâh’ın kendilerine verdiği emirlere karşı gelmeyen ve kendilerine emredilen şeyi yapan melekler vardır.” (et-Tahrîm, 6)
Demek ki, dünyanın süsü olan ve cehennem ateşinden korunması gereken evlât ve âile, insan için büyük bir imtihan vesîlesidir.
Büyük bir nîmet olan, insanın dünya hayatını sevince ve mutluluğa çeviren bir evlâdın “imtihan unsuru” olması da ayrıca hikmete mâtuftur.
İnsan unsuru olan her yerde problem ve eksikliklerin olması kaçınılmazdır. Hele günümüz hayat şartlarında, başıboşluk, vurdumduymazlık ve bencillik almış başını giderken anne ve babaların işi, o kadar zor ve çetrefilli ki… Âilede, hele hele genç evlâdın olması, başlı başına bir problem hâlini alıyor.
Günümüzde çocuk, hayatının çoğunu sokakta veya okulda geçiriyor. Eve geldiği vakitler ya anne olmuyor yahut baba işten geç geliyor. Ya da çocuk eve geldiğinde kendi dünyasında; ya akıllı telefonunda oyun oynuyor yahut bilgisayarının başından kalkmıyor.
Bir odada anne-baba, evlâtlarının geleceğini düşünürken yan odada o evlâdın ânını ve geleceğini çoktan çalan internet, içinde her türlü pisliği barındıran sokakları onun ayağına getiriyor. Bir taraftan bu kontrolsüz hürriyet ortamı, diğer taraftan insanların zaaflarını yoklayan şeytan, bazen bir oyunla, bazen dostluk ve arkadaşlık kılıfı altında ona uzanıyor ve onu peşinden karanlık sokaklara sürüklüyor.
Geçtiğimiz günlerde bir tanıdığımdan dinledim. Anlattığı şeyler, insanın içini acıtıyor. Akrabalarından, daha lise çağlarından bir delikanlının genel tavırları, gençliğin hâli ile ilgili fotoğrafı gayet net bir şekilde ortaya koyuyor. Yaşıyla, yaşantısıyla gerçekten kanı deli…
Sık sık babasının arabasını izinsiz alıp mahallede basıyormuş havasını. Hem ehliyeti yok, hem de kuralsız bir şekilde araba kullanıyormuş. Mahallede caka satıyor, yaşıtları arasında “ağır abi” rolünü üstleniyormuş. Kendisine göre bir “çevresi” varmış (!), hattâ arkadaş grubu ile mahallede sözü geçenlerdenmiş. Bir nevî “Kurtlar Vadisi” dizisindeki gibi… Kuru sıkı silah taşımalar, başka mahallenin çocukları ile kavgalar, racon kesmeler… vs.
Bir gün babası kenara çekmiş oğlunu.
“-Bak evladım, tamam anladık gençsin, delikanlısın, ama olmaz böyle!... Ne eve geldiğin belli, ne gittiğin. Üstelik arabayı da izinsiz alıyorsun!” demiş.
Demiş, ama dediğine bin pişman olmuş.
“-Bak, baba!” demiş, delikanlı. “Biraz daha ileri gidersen ezerim seni!..”
Baba neye uğradığını anlayamamış. Kulaklarına inanamamış. Başından kaynar sular dökülmüş âdeta... Daha düne kadar elinden tutup bir gül dalı gibi koruduğu yavrusunun ağzından çıkan sözler karşısında derin bir şok yaşamış. Fark etmiş tabiî... Artık karşısında bir çiçek dalı değil, her tarafı dikenlerle kaplı bir çalı parçası olduğunu... Ama iş işten geçmiş.
* * *
Yavrularımıza sahip çıkalım. Dertlerine ortak olalım. Onları kendi başlarına bırakmayalım. Onların büyüdüklerinin farkında olalım. Her şeyden önemlisi, bizim hayatımızın, onların yetiştikleri çevre; alışkanlık ve davranışlarımızın “onların mürebbîsi” olduğunu unutmayalım. Biz nasıl insanlarla arkadaşlık ediyorsak, onlar da çevrelerini ona göre şekillendireceklerdir. Onları ihmal edip sonra karşımıza farklı bir kişilik olarak çıkmalarına fırsat vermemek için, sıkıntılı anlarında akıllarına gelecek ilk insan biz olalım.
Yavrularımız, Rabbimizin bir emânetidir. Maddî-mânevî dertleri ile ilgilenmek de her şeyden önce bir kulluk vazifemizdir. Bu, büyük bir fedakârlık ister. Kulluk da aslında fedakârlık demektir. Bugün görmediğimiz, ihmal ettiğimiz bir diken, yarın yolumuza çıkar, hem bizim, hem de başkalarının canını yakar. Vebâli de bize düşer.
“Buralar bizden sorulur!” diyen gençlerimize, yaşadıkları mahallenin gerçek mânâda ihyâsı için oraları onlardan soralım. Onlar da çevrelerini güzelleştirme kıvamında olsunlar, vesselam…
YORUMLAR