Yeni Bir Dil Lâzım

İslâm, ilk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’dan son peygamber Hazret-i Muhammed Mustafa -sâllâllâhu aleyhi ve sellem-’e kadar bütün peygamberlerin kendisine dâvet ettiği tevhid dininin genel adıdır.

İslâm’ın, bir de Hâtemü’l-enbiyâ olan Peygamber Efendimizin tebliğ ettiği en son ve en mükemmel din olarak özel bir adı vardır.

Her iki mânâsı ile de İslâm, Allah tarafından, melek ve peygamber vasıtasıyla insanlara gönderilmiş, ilâhî emirler ve prensipler bütünüdür. O, Allâh’ın hayat veren dâvetidir ve insanların hayrına gönderilmiştir.

Bu dini insanlara ulaştıran kimseler, yani peygamberler, insanların içinden çıkmış, bedenen onlar gibi, ama örnek ahlâkları ve ilâhî vahye muhatap olmalarıyla onlardan farklı kimselerdir.

Peygamberler, ilâhî emir ve yasakların hayata nasıl uygulanacağını gösteren model şahsiyetlerdir. Peygamberler sayesinde insanlar, bu dinin prensiplerinin “yaşanamaz” olduğu bahanesini artık ileriye süremezler. Aksine her biri farklı bir özelliği ile öne çıkan peygamberler, hastalıkta ve sağlıkta, varlıkta ve yoklukta bu dinin nasıl mükemmel bir şekilde yaşanacağını göstermişlerdir.

Onların hayatlarına ve dâvetlerine dair bilgiler, zaman içinde silinmiş, yozlaştırılmış ve değiştirilmiştir. Bu sebeple onlar, insanlığa doğru yolu gösterme imkânını kaybetmeye başlamıştır. Allah Teâlâ, o peygamberlerin tevhid ve davetinin izlerini kıyamete kadar koruyup devam ettirecek ve yine kıyamete kadar bütün insanlığa yol gösterecek ilâhî muhafazaya mazhar olmuş bir kitap ve nübüvvet örneği göndermiştir. O kitap, Kur’ân-ı Kerîm; o hidayet rehberi de Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir.

Peygamber Efendimizin tebliğ ve davet ettiği İslâm’ın insanlığa sunduğu ölçüler, âlemşümuldür; dünyanın her bölgesine ve her çağa hitap eder. Muhteva değişmese de, o dinin farklı insanlara, farklı devirlere yansıtılması demek olan “tebliğ dili” birtakım farklılık gösterebilir, hattâ göstermelidir.

Her devrin insanı, her topluluğun önderi; İslâm’ın değişmez esaslarını, toplumlarının anlayış ve uygulayış seviyesine göre yenilemeli, bu dili muhatabının idrâk ve gönül dünyasına göre tekrar terennüm etmelidir.

Bu, dîni değiştirmek veya düzenlemek değil, söyleyiş tarzını maslahata uygun hâle getirmek demektir. Ehem-mühim sıralamasını, yani neyin daha öncelikli olduğunu göz önünde bulundurmak; tedrice riâyet, insanların akıllarına ve ihtiyaçlarına göre hareket etmek, ilâhî sünnetin de gereğidir.

Doğru bilgileri, doğru bir üslup ve imkânlarla ortaya koymak; davetimize ilgiyi artıracağı gibi, insanları hidayete erdirmek gibi bir maksadın hâsıl olması için de şarttır. Cenâb-ı Hak, hem verilen nîmeti hatırlatmak hem de insanların gönül dünyasına nasıl girileceğini göstermek üzere, Peygamber Efendimize şöyle buyurmuştur:

“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet sen kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi…” (Âl-i İmrân, 145)

Demek ki, tatlı suyun başı kalabalık oluyormuş. Demek ki, insanın dilinde ve tavrındaki letâfet, Allah tarafındanmış.

O hâlde insanların gönül diline yaklaşmak, onları Allâh’a yaklaştırmak; neticede kulları Allâh’a, Allâh’ı da kullara sevdirmek için güzel bir üslup sahibi olmak şart… Bunun için bizlere sahih bir akîdeye ilâveten temiz ve nezih bir üslup, fıtrata uygun bir tavır, dışlayıcı olmayan, hatalara değil, güzelliklere odaklanan bir bakış lâzım… İslâm’ın müslümanlara yüklediği zarif insan olma mesûliyeti, aynı zamanda bir mecburiyet…

İlahlık iddiasındaki Firavun’u Allâh’a inanmaya davet eden Hazret-i Mûsâ’ya “leyyin/yumuşak lisan” kullanma emri, nasıl bir sorumluluk ve hassasiyet yüklüyorsa, bugün biz de çağımız insanlarına hitap edecek “leyyin” bir lisan bulma mecburiyetindeyiz.

İslâm’ın, şuurlu ve maksatlı bir şekilde, dili hoyratlaştırılıyor. Onun çağın îcaplarını anlamayan, her şeyi zora koşan, korkutan, nefret ettiren, zorlayan bir dili olduğu imajı oluşturuluyor.

Halbuki biz: “Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz; kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız!”[1] diyen bir dînin müntesipleriyiz.

Bugün sözlerimize veya bizim hakkımızda oluşan imaja baktığımızda bu hadîs-i şerifin yansımasını ne kadar görüyoruz? Sözlerimiz, nefret mi ettiriyor, yoksa müjde mi veriyor. Tavrımız, zorlaştırıyor mu, kolaylaştırıyor mu?

Bugün insanlarla ortak bir dil kuramıyorsak, onlara yaklaşmaya çalışırken onları kendimizden daha da uzaklaştırıyorsak, derdimizin kaynağı, anlatacak olduğumuz şeylerin muhtevâsında mıdır, onu dile getirme şeklimizde mi?

Bugün bizim İslâm’ı ana kaynaklarından, tertemiz ve saf şekliyle tekrar öğrenmeye, samimiyet ve gayretle onu hayatımıza tatbik etmeye, sonra da yaşadığımız bu güzel tecrübeyi, başka gönüllere kırmadan dökmeden ulaştırmaya ihtiyacımız var.

Nerede aksama yaşıyorsak, dönüp o bölümü tamir etmemiz lâzım. Hatamızın sebebi, cehaletten, İslâm’ı bilmemekten kaynaklanıyorsa, onu doğru kaynaklardan ve yeterince öğrenmemiz gerekiyor.

Yok, eğer hatamız, bildiklerimizi yaşamamaktan kaynaklanıyor ise, sözümüzün tesirinin olmaması normaldir. Hissetmeyen, hissettiremez.

Eğer biliyor, yaşıyor, ama ifade ederken kalp kırıyor, gücendiriyor, korkutuyor, dışlıyorsak; bunu da bir an önce değiştirmeliyiz. Zira kimsenin İslâm’a leke sürme, ona gölge düşürme hakkı yok! Biz, insanlarla İslâm arasından çekilsek, belki birçok insan, İslâm’ı daha güzel tanıma fırsatı bulacak… Zaman zaman bazı mühtedîlerin dediği gibi:

“-İyi ki, önce İslâm’ı öğrenmişim, sonra müslümanlarla tanımışım. Önce müslümanları tanısaydım, İslâm’a ulaşamazdım!”

Bu söz, çok acı bir gerçeği dile getiriyor. Müslümanlarla İslâm arasındaki büyük farkı… Bir de günümüz insanının İslâm’ı tanıyamamasının veya yanlış tanımasının sebebini…

Gelin, burada bir çağrı başlatalım. İslâm’ı öğrenme, İslâm’ı yaşama ve İslâm’ı en güzel şekilde temsil etme çağrısı… Yaşarsak, konuşmaya gerek kalmayacak… İyiliğin dili, tercümansızdır. Onu her insan, rahatlıkla anlar.

Buradan bir çağrı da İslâm’ı, günümüz şartlarına göre budamaya çalışan reformistlere olsun. Onlar, kafalarındaki hoşgörü, insan hakları vb. ne gibi şablonlar taşıyorlarsa, fıtrata en uygun ve en mükemmel şekli İslâm’da zaten var. Ama İslâm’ı bir bütün olarak kabul edip yaşamak şartıyla… Aksi hâlde biraz ondan, biraz bundan alıp üstüne de İslâm sosu ekleyerek “yeni bir din” îcad edebilirsiniz. Ama bu, İslâm olmaz. İslâm, Allâh’ın râzı olduğu dindir. O’nun gönderdiği gibi kalmalıdır. Allâh’ın indirdiğine yapılan her müdahale, tıpkı önceki semâvî dinlerde olduğu gibi, hakkın ve hidayetin sapmasına, insanların Allâh’ı aramak için çıktığı yolda savrulup gitmesine yol açar. Böyle bir hatanın vebâli de, farkında olsun olmasın, bu çığırı başlatan ve devam ettirenlerin boynunadır.

Bugün müslümanların, mâruz kaldıkları kültür emperyalizmine ve modernist tasallutlara karşı en büyük silâhı, Allâh’ın gönderdiği dinin ilk hâliyle muhafaza edilmiş olmasıdır. Ne zaman ki, özümüze döneriz, artık karşımızda duracak kimse kalmaz. Ne zaman ki, kendimizden uzaklaşırız; artık ne kendimiz oluruz, ne de benzemeye çalıştıklarımız…

 

[1] Müslim, Cihad, (1732); ayrıca bkz: Buhârî, İlim, 12; Edeb, 80; Müslim, Cihad, 6, 7.

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle