Çocukluk yıllarımızın cumartesi günleri, anneannelerimizin evinde evlât, torun hepimizin bir araya geldiğimiz günlerdi. O gün, hafta boyunca iple çekilir, cumartesi olunca sabah erkenden anneannelere gidecek ve kuzenlerle beraber vakit geçirecek olmanın hazzı yaşanırdı.
Biz, aynı zamanda anneannemlerle komşu olduğumuzdan, ben evimizin anneannemlere bakan penceresinin önünden ayrılmaz, kuzenlerimi görür görmez, kendimi komşu evin bahçesinde bulurdum. İçeride bir dip köşe temizliği yapılırken, biz çocuklar civarda Meram Bağları’nın son kalıntıları olan geniş bahçelerde doyasıya koştururduk.
Aşûre ki, insanlığın ikinci babası olarak bildiğimiz Hazret-i Nuh -aleyhisselâm-’dan bize yadigâr… Bize ulaşan rivâyetlere göre; Muharrem’in 10’unda Hazret-i Nûh’un gemisi tufandan kurtulup, Cudi Dağı’nda karaya ulaşmış. Bu kurtuluşun neticesinde, geminin ambarında kalan bütün tahılların katıldığı bir tatlı yapılmış ve bu tatlıyı, gemidekiler bir araya gelerek yemişler. Kaynaklarda bu hâdise şöyle anlatılır:
“Azıkları artmıştı. Birisi bir avuç buğday, diğeri bir avuç mercimek, bir diğeri ise bir avuç nohut getirdi. Yedi çeşit hubûbât ile Nuh -aleyhisselâm- onlara yemek pişirdi. Hepsi nebîlerinin bereketiyle doydular. Tûfandan sonra yeryüzünde pişirilen ilk taam (yemek) budur. İnsanlar, bunu Aşûre günleri için âdet edindiler ki, yapanlar için ecr-i azîm (büyük ecir) vardır. Fakirleri ve miskinleri de doyurmak lâzımdır. Zikrolunduğuna göre, Allah Teâlâ, Âşûrâ gününde zemzemi diğer sularla berâber akıtır. O gün gusleden kimse, bir sene boyunca hastalık görmez.” (İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyan, II/93, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Altınoluk, Ocak, 2007 sayı: 251, sh:30)
90’lı yılların ortalarında Muharrem Ayı ve Aşûre günü, ilkbahar-yaz aylarına denk gelirdi. Aşûre gününün bitimindeki cumartesi, erkek ve kız evlâtların âileleri bir araya gelirdi. Günler evvelinden fındık ve cevizler kırılır, cevizler öğütülür, buğday, pirinç ayıklanır; fasulye, nohut gibi baklagiller suda bekletilir, cumartesi sabahı mahallenin sütçüsünden daha evvel sipariş verildiği üzere her zamankinden fazla süt alınırdı. Rabbimizin Kur’ân-ı Kerim’de “Cennet nimetleri” olarak bildirdiği nar, üzüm, incir yıkanır, parçalara ayırılır, hazırda bekletilirdi.
Rahmetli anneannem, mutfaktan arka bahçeye açılan taşlıkta ocak yakar, ocağın üzerine aşûre kazanını yerleştirir, içine envâi çeşit aşûre malzemesini ekleyerek, civarda kendisiyle müsemmâ olmuş “meşhur sütlü aşûresi”ni duâlarla pişirmeye başlardı.
Çocukluk merakıyla aşûre kazanının yanına ne zaman yaklaşsak, annelerimiz, bize ihtiyatlı davranır, aşûre kazanına düşüp vücudu yanmış çocuk hikâyeleri anlatarak bizi oyunumuza kaldığımız yerden devam etmeye yönlendirirlerdi. Nihayet aşûre kaynayıp kıvam bulunca, birkaç yetişkinin yardımıyla aşûre kazanı ocaktan indirilir, hafif bir soğumanın ardından servisin ilk adımı başlamış olurdu. Annelerimiz, dışı kırmızı boyalı emaye taslara (büyük kâseler) aşûreleri cömertçe doldurur, üzerine ceviz ezmesi, tarçın, isteğe göre nar taneleri serper, aşûre taslarını sinilere (çinkodan yapılmış büyük yuvarlak tepsi) yerleştirerek mahalleye servise başlarlardı.
Aşûre dağıtımına, ekseriyetle iki kişi katılırdı. Sokaktaki komşu evler tek tek dolaşılır, kapının ziline basıp beklenirdi. Ev sâhibesi kapıyı bir bayram sevincindeki tebessümle açar, aşûre sahibi, aynı tebessümü muhatabına da ikram ederek âfiyet ve şifâ dilekleri ile aşûre tasını uzatırdı. Bir başka ev, bir diğeri derken bütün konu-komşu dolaşıldıktan sonra bu içtimâî duygunun lezzeti bir kez daha tadılmış olurdu.
Bundan sonraki safha, aşûre pişirilen evin sâkinlerinin bir araya gelip aşûreyi tatma faslı idi. Öğün vakti evin en büyük sinisi/sofrası ortaya konulur, hafif bir öğle yemeğinin ardından, yahut açlıkla tokluk arası bir zaman diliminde, kâselere boşaltılan aşûrelerden herkes âfiyetle yerdi. Eğer o senenin Muharrem’inde aşûre yapılmamışsa, bu kez akraba ve komşuların getirdiği aşûreler, mutfak tezgâhında sıraya dizilirdi
Bugün bu geleneğimiz hâlâ devam etmekte.. Şartlar, imkânlar ve en önemlisi zaman değişse de, milletimiz, kimi zaman apartmanların daracık mutfaklarında bile olsa aşûre yapıp komşularına ikram etmekte… Belki, çocukluğumuzun kırmızı kaplı emâye taslarının yerini, cam ve porselen kâseler aldı. Bahçeye kurulan ocaklar, yerini modern mutfakların ankastre ocaklarına bıraktı. Ama nebevî bir uygulamanın halkımızda yerleşip bir geleneğe dönüşmesi ve bugünlere taşınması, Kur’ân Kursları’nda, okullarda, vakıf ve derneklerde aşûre şenliklerinin yapılması, mânevî değerlerimizin nesillere intikali adına gurur verici…
Aşûre günü, ziyafet hazırlamak, âile halkını ve tanıdık tanımadık herkesi sevindirmek, sene boyunca biiznillâh bereketlere vesiledir. Ebû Sâid el-Hudrî -radıyallâhu anh-’den rivayete göre, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Aşûre günü, âile efrâdına yeme-içmesini bol yapan kimsenin, Cenâb-ı Hak, sene boyunca rızkını genişletip bollaştırır.” buyurmuşlardır. (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, III/366)
Bugün Anadolu’da hâne sahipleri, evlerinin haftalık ya da aylık erzak ihtiyaçlarını berekete vesile olması bakımından aşûre günü karşılamaktadırlar. Aşûre gününün bereket ve heyecanının nesilden nesile intikali duâ ve niyazıyla…
YORUMLAR