Henüz küçük bir çocukken Ramazan Ayı’nda sahura kalktığımızda, büyüklerimiz tarafından bazı yiyecekleri özellikle yemeye teşvik edilirdik:
“-Şunu ye ki, aç kalmayasın, bundan yersen tok tutar…’ gibi telkinlerle ertesi gün yiyemeyeceğimiz iki öğünü, sahurda telâfî etmeye çalışırdık.
Oruç, bir mânâsıyla “aç kalmayı anlayabilmek” demekken, bizim açlık korkusuyla midemizi tıka basa doldurmaya çalıştığımızı şimdilerde tebessümle hatırlıyorum.
Bütün canlılar, yaratılışları îcabı, beslenmeye muhtaçtır. Canlılar arasında bu işi insan kadar abartan, maksadından saptıran başka bir varlık var mı bilmiyorum?! Gerçekten “acıkmadığı hâlde” yiyen, “acıkma ihtimaline karşı” yine yiyen, “aç kalma korkusuyla” sürekli yiyecek depolayan insanlardır.
Dört büyük beyaz eşyadan üçü, yemek fiiline hizmet için üretiliyor. Buzdolabı, fırın ve bulaşık makinesinin, elimiz büyüklüğündeki mide organımız için çalıştığını düşünürsek, insanoğlunun bu işe ne kadar ehemmiyet verdiğini anlamış oluruz.
Ev hanımlarının ne iş yaptığını sıralayanlar; önce yemek, bulaşık… diye saymaya başlayacaktır. Gerçekten de bir ev hanımı, zamanının büyük bir bölümünü mutfakta geçiriyor ve neredeyse kendisini buna mecbur hissediyor. Zira beslenme uzmanları, “üç ana” ve “üç ara” öğünün sağlıklı olduğundan, gün içinde çeşitli besin guruplarından yemenin gerekli olduğundan bahsediyorlar.
“Kahvaltı, altın öğündür!”den başlayan ve neredeyse:
“-Öğün atlamayın, ölürsünüz!..”e varan, durmadan yemeye teşvik eden telkinler bilinçaltımızda beslenmeyi birinci sıraya yerleştirirken, korkularımızın başına açlık korkusunu getiriyor. “Aç olan” bir tabak yemekle doyabilecekken, “açlık korkusu olan”a dünyaları verseniz yetmiyor. Oysa Yaratan Rezzak’tır, yaşattığı sürece rızkını kesmeyecektir.
Günde üç öğün yeme alışkanlığının, Osmanlı âilesinde Tanzimât’tan sonra başlamış bulunması da oldukça düşündürücüdür. Bir Allah dostu, insanın açlıktan ölmeyeceğini anlatırken, acıkmanın çoğunlukla alışkanlıkla ilgili olduğunu da ilâve eder.
Yine çoğunlukla ev hanımları tarafından tertip edilen “kabul günleri”ndeki israf boyutuna varan ikrâm çılgınlığı, ayrı bir beslenme sorunudur. Sürekli yumurta çırpıp fırına börek sürmekten, yeni târifler denemekten bıkan bazı hanımlar:
“-Bir çeşit tatlı, bir çeşit tuzlu, bir de salata olsun yeter!..” tevâzûsuyla bir nebze kanaat sırrına ermişlerdir.
“Az ye, az uyu, az konuş ve az gül!..” nasihati, kitap aralarında kalırken, can boğazdan gelmiyor, boğazdan gidiyor artık!.. Dengesiz beslenme, obezite, şeker, tansiyon gibi bilenen hastalıklar dışında, bugün sebebi bilinmeyen birçok hastalığın da temel sebebi maalesef…
İnsanın maddî ve mânevî sağlığıyla ilgilenen tıp erbâbı, üst üste yemek yemenin vücutta zehirli maddelerin birikmesine sebep olduğunu, bunun da birçok hastalığın kaynağı olduğunu tesbit ediyorlar. Bu hastalıkların tedâvî yolu da tek kelime ile ifâde ediliyor: “Açlık”…
Asr-ı saâdet halkının az hasta olmasının sebebi de sofraya acıkmadan oturmamaları ve doymadan kalkmalarıydı. Rasûlullâh’ın ümmeti için endişe ettiği göbek iriliğinin sebebi ise, sofraya acıkmadan oturmak ve doyduktan sonra kalkmayıp yemeğe devam etmek olabilir mi?!
Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz!” buyuruyor.
Doyduktan sonra mideye gönderilen her lokma da israfın bir başka boyutu… İsraf edilen her lokmada, muhtaçların hakkı olduğu da unutulmamalıdır.
Mide açlığını dert edinirken beynin ve kalbin açlığını görmezden gelmek ne acıdır!.. Fikir ve mâneviyattan mahrum, sadece nefsi tatmin için gayret etmek, dipsiz bir kuyuyu doldurmaya çalışmaya benzer. Oysa iki ayağı üzerinde duran insanın, doyurması gereken midesi, beyin ve yürekten sonra ancak üçüncü sıraya yerleştirilmiştir.
Bir şey haddini aşınca, zıddına inkilab edermiş. Yaşamak için yiyeceğimize, âdeta yemek için yaşamaya başlayınca, mâsum bir fiil olan beslenme de haddini aşacak, maddî-mânevi birçok zarara sebep oluyor. Rabbimiz, cümlemizi yemenin âfetlerinden de muhafaza eylesin.
Allah dostlarından birine:
“-Neden bu kadar az yiyorsun?” diye sormuşlar. O da şöyle cevaplamış:
“-Eğer Firavun aç olsaydı, tanrılık iddiasına kalkışmazdı.”
YORUMLAR