Yediğin Senin Olsun, Çektiğin Resim Nefsinin

Nefis muhâsebesinin iştah kabartan bir muhâkemesi ile başlıyorum yazmaya... İştah kabarmışken eleştirilerimin de bir güzel dumanını tüttüreyim. Bu yazı; bana ve Müslüman kimliğinde nefes alan bütün insanlara gelsin… Yeri gelmişken; nefesi bedava alıyorsak, kulaklarımız sesi kendiliğinden algılıyorsa, bunun da bedelini en azından kendimiz hakkındaki tenkidleri hazmederek ödeyelim, derim.

Müslümanlar teknoloji, biraz da demokrasi ve refah bir hayat ile taçlanırken, şahlanıyor nefs... Çünkü o da doğru orantıda, kendi çağının zirvesini yaşıyor. İş bu kadar yukarılara çıkmışken alışkanlıklar başlıyor; günâha, ayıba alışmak gibi… Zirvelerde oksijen azdır, yürek çarpar, ama nâfile; alışılmıştır bir kere, fark edilmiyor.

Son zamanlarda elimde gönül dürbünü görüyorum, insanları ve anları... Dürbüne de hâcet yok çoğu zaman; evlerimizin perdesi, odalarımızın kapısı açık, sanal dünyada... Ve hiç tanımadığımız, belki de tanımaktan Allâh’a sığınacağımız insanları yemek sofralarımıza davet ediyoruz, çektiğimiz resimlerle... Geçenlerde bir sohbet meclisinde hoca hanım:

“-Yemeğin resmini çekmek bir yana, konuşmak dahi ayıptır.” dediğinde bendeki dürbünlerden çok sayıda olduğunu anladım, yetmedi utandım.

Gördüm ki nefs, her daim yeniliyor kendini... Değişen şartlarda yeni gıdalar buluyor kendine, teknolojiyi süflî çıkarları için kullanıyor. Âh biz, onun kadar irâdeli, istikrarlı olabilseydik, kim daha güçlü olurdu dersiniz? Kendi kariyerini sağlamlaştıran nefsimizin hükümdarlığında hayatlarımızı sürdüğümüzü bilseydik, sosyal medyada îlan ettiğimiz resimlerin, onun emirlerini hiç ertelemeden yerine getirmemizin başarısı (!) olduğunu da idrâk ederdik. Ama işimize gelmiyor vesselâm...

Haydi, attığımız adımı, yediğimiz lokmayı ve içtiğimiz yudumları; görenin maddî mânevî durumu müsait mi düşünmeden, bu ahlâkî mi, değil mi diye dert etmeden paylaştık diyelim; herkesin gördüğünden emin olduk, rahat bir nefes aldık diyelim.

Peki ya hesap? İştah kabartan resmi ile gözümüze sokulan yemeğin parası değil elbet bahsettiğim, saniyelerimize sığdırılacak olan sorumluluk bedeli… Geçtiğimiz günlerde başarılı bir organizasyona katıldım; İslâm coğrafyalarını ele alan bir dizi seminerde işgal altındaki Müslüman kardeşlerimizi anlattılar, biz kardeşlerinden haberdar olmayanlara…

“-Durun!” dediler. “Siz kardeşsiniz! Durun ve kendinize gelin!.. Yediğiniz lokmada değil gözleri; korkmayın, yardım parası da istemiyorlar. Tek istedikleri, seslerinin duyulması, onların da var olduklarına olan şâhitliğiniz… Akan gözyaşları, onların tecâvüzden, işkenceden, zulümden yorulmuş bedenleri için değildi, bizzat kendi âcizliğimeydi.

İsmini yeni duyduğum ülkelerde popüler olmaya hak kazanan yeni hüzün haberleri vardı: Patani, Arakan, Sûriye, Gazze bunlardan birkaçı… Gündemi takip etmeyenlerin dahî kulaktan duydukları bilgiler vardı elbet; Sûriye’de savaş var, Gazze’de İsrail falan… Ama Patani diye zulüm gören Müslüman bir ülkenin varlığı, ben ve benim gibi salonda bulunanlar için yeni idi şüphesiz.

“-Geç olsun güç olmasın!..” da kurtarmaz ya bizi, ne diyelim, anlatanlar için bir:

“-Allah râzı olsun!..” belki hafifletir yükümüzü...

Bunları neden mi anlattım? Bu soruyu sorulmamış kabul ederek sorumluluklarımıza dönüyorum ve tabiî anlık iletilerimize. İyi niyetle paylaştığımız, göstermeye çabaladığımız hatıralarımızın tahmin ettiğimizden de çok büyük bir gücü var: Sevgi dolu gülücük notlarımız, alışveriş hayatımız, mide fesâdımız paylaştıkça güzel diyorsak, biraz da denge lâzım bize… Âdil bir terazi için değil bu denge; kendi mânâsından öte, iyiliğin, hassasiyetin, muhtaca uzanan el olmanın huzuru ağır basmış bir ölçüm olmalı...

Evet, adâletin burada yeri yok, bu sefer nefsimize zor gelenler, kulak ardı yaptıklarımız kazanmalı... Şunu da biliyorum, her zaman faydalı olabilseydik, zaten kuşlar gibi kanatlanırdık elbet… Bu biraz zor, belki de imkânsız, ama bize hep zor olanı sevmek yakışmaz mı? Müslümanlık yakıştıktan sonra daha söze ne gerek…

Ve susmuyor, gençlere sesleniyorum!

Bizlere gezip tozmanın, yemenin içmenin, yeni bir ayakkabı almanın, hayatı yaşamak olduğu anlatıldı, biz buna inandırıldık. Özgürlüğün, kültürlü olmanın mektup adresi olarak sokaklar, mağazalar anlatıldı. Ama öyle değil be gülüm… Her yeni katliam haberi bunun ispatı… Tesbihler bile kendini değiştirdi, sırf bize daha yakın olabilmek için otomatik hâle geldi; bir parmağa takılacak kadar zarifleşti.

Peki ya biz? Hâlâ pırlantalı masallarda mı uyuyacağız? Kendi mânevî kanatlarımızın bakımlarını yapmak için bir imtihan ile silkelenip, ağlayıp Yaratan’a yalvarıp yola çıkmayı mı bekleyeceğiz illâ ki? Mutluluk anlarında da aldığımız her nefesin hakkını elimizden geldiğince, dilimizden döküldüğünce vermek için haydi diyoruz, gençler! Saatlerimizi, vicdanlarımıza ayarlayalım ve âhiret için “artık çok geç” denilmeden önce şuurlu Müslüman olalım. Çünkü ümmetin geleceği biziz!... Biz ve bizim neslimiz…

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle