O sabah, her zamankinden başkaydı sanki dükkânın içinde hava… Genç elbise, dün yaptığı hatayı telâfî etmek istercesine erkenden uyanmıştı. Sabah ezanlarıyla yıkanınca özü ve o vakte has, hoş bir rüzgârla salınınca etekleri, sanki apayrı bir güzellik katılmıştı varlığına...
Yaşlı terzi, besmeleyle açtı dükkânı. Bizimki, derin bir hürmetle karşıladı ustasını:
“–Hoş geldiniz efendim…”
Yaşlı terzi, şefkatle baktı elbiseye. Hani bazı kimseler, bir lutufla, önceden haber alır ya olacakları… Sanki o da, gün içerisinde bir şeyler olacağını sezmiş de, hazırlanırmış gibiydi. Onun bu hâli, kendisini dikkatle izleyen elbisenin gözünden kaçmadı. Bir süre seyretti, dayanamayıp sordu:
“–Ustam, bugün pek telâşlı bir hâliniz var. Hayrola?”
Yaşlı terzi, cevabı geciktirmedi:
“–Evet, öyle… Sanıyorum ki, artık vedâ günü geldi çattı. İşte bu sebeple, ortalığı şöyle bir toplayıp, seninle son konuşmalarımızı yapmamız gerekiyor.”
Elbise heyecanlandı. Ustası, “Sanıyorum…” demişti, ama o kadar kendinden emin bir hâli vardı ki, bu alıcı, ciddi ciddi gelecekti galiba... Tam bu sırada, o güne kadar ustasından dinlediği insan tipleri gözünün önünden geçti sırayla… Ne de karmaşıktı insanoğlu… Ne de büyük cesaret istiyordu onlara karışmak... Üstelik, ya karışır da kendini kaybederse! Ya onlara hizmet edeyim derken, ayağı kayıverirse… Ya atar da kenara, kıymet bilmezlerse… Ya, bir süre sonra, bu bana dar, yok geniş, yok bunu sevmedim, aman nereden de aldım, deyip, çöpe gönderirlerse…
Nice vesvese cirit attı içinde… Bir süre sonra yaşlı terzi, durumunu sezmişçesine bakınca, elbise, bu nazarın tesiriyle sakinleşti. Usta, bir de “Felak-Nas” okuyup üfleyince gönülden, elbisecik, temelli sükûnete erdi. Bizimkinin dinlemeye hazır hâle geldiğini hisseden yaşlı terzi, anlatmaya başladı:
“–Daha önce de söylediğim gibi, seni kıymetini bilmeyecek olanın eline, bile bile bırakmam! Fakat yine de, kazâ ve kader icâbı, hakkında hayır olmak üzere, kötü niyetli insanların eline düşmen ve onlarla imtihan edilmen gibi bir durum söz konusu olabilir. Neticede ben de bir insanım ve farkında olmayarak, hata yapabilirim. İyi biri zannederek, seni bir densizin eline verebilirim. Cenâb-ı Hak, bir şeyin olmasını dilediğinde, bizim onu tersine çevirmeye gücümüz yetmez. O hâlde, senin ve benim yapacağımız, elimizden geldiğince, hayır ve iyilikte yarışmaktır. Sonuç, O’na aittir.”
“–Nasıl yani?!” dedi genç elbise… “Sen de mi yanılırsın? Sen de mi hata yaparsın ustam? Ama bu nasıl olur?”
Yaşlı terzi, gülümsedi:
“–Sen bizi yanılmaktan âzâd oldu mu sanırsın? Unutma ki, usta da âcizdir… Görüşü, O’nun gösterdiği; bilişi, O’nun bildirdiği; hissedişi, O’nun lûtfettiği kadardır. O lûtfetmezse, usta, çırağa döner. O lûtfederse, çıraklar usta olur. Ferâset, basîret tamam, ama iyi bil ve unutma ki, Yakub -aleyhisselâm- dahî, Yusuf pek yakınında kuyuya atılırken, bilemedi. An da geldi, tâ yıllar sonra, herkes öldüğünü söyleyip dururken, Kenan ilindeki Yusuf’un kokusunu duydu.
Hâsılı, lûtfunu esirgediği vakit Mevlâ, Peygamber olsan, acze düşersin. O göstermek diledi mi, Fîzan’dakini görür; göstermek dilemedi mi, yanı başındakinden gâfil kalırsın. O’nun gözüne güç verdiği kişi, duvarın ardını görür. Gözünden gücü aldığı kişi ise, önünü bile göremez olur. Ama O’nun esirgemesi de, lûtfu gibi nice hikmetledir, bunu da bilesin.
Hâsılı, şimdi kapıdan içeri biri girse, dese ki: “Ben bu elbiseye tâlibim…” Yapabileceğim tek şey vardır: “Tecrübelerimi, insanlara dâir birikimlerimi gözden geçirip, o kişi hakkında bir düşünceye varır, Allah’a sığınır: “Hayreyle yâ Rabbi!” der ve davranırım. Bu davranış sonucunda seni, o kişiye ya veririm, ya da vermem. Yani ben kendimce tedbir alır ve sonra da tevekkül ederim. Her fiilde bir hata payı bulunabilir… Bu sebeple yaptıklarıma güvenemem, ama “Hata edeceğim!..» endişesiyle, hiçbir şey yapmadan da duramam. Hem netice, O’na ait olduktan sonra, hayır da görünse, şer de görünse, râzı olurum. Zira O, bazen, hayırlar içinde şer, şerler içinde hayır gizleyendir.”
Genç elbise, ilk defa çok güçlü bir ayrılık hissi yaşadı. Artık o da, ustası gibi alıcının gelmesini beklemeye başladı. Bu sırada içini de, dışını da bir sessizlik kapladı. Onun bu hâlini gören terzi, tekrar söze girdi:
“–Güzel elbise… Senin bir var oluş amacın vardır. Bu amaç, insanları örtmendir. Bir insanı, hayvandan ayıran en önemli özelliklerden biri giyinmesidir. İnsanlar öncelikle örtünmek, sonra soğuktan ve sıcaktan korunmak için giyinirler. Fakat çok ilginçtir, bu hususta bile insanların kısım kısım olduğunu görürsün.”
“–Nasıl yani?” dedi elbise. “Kış aynı kış, yaz aynı yaz değil mi? Her insanın bedeni de aynı değil mi? Neden kısım kısım olurlar ki?!.”
Yaşlı terzi, onun bu sorusunu duyunca öyle bir güldü ki, elbise de şaştı. Hayretle bakındı, ustasının gülerken görünen, pırıl pırıl dişlerine… İlk defa böyle görüyordu onu.
“–Âlemsin sen!..” dedi terzi. “Beni böyle güldürdün ya, aşk olsun. Şimdi, söyleyeceklerimi dikkatli dinle!.. Sen bir elbisesin. Var oluşunun en önemli sebebi, insanların bedenini örtmek. Zira örtünmek, hem maddî, hem de mânevî olarak muhâfaza eden bir fonksiyona sahiptir. Sen, kışın soğuktan, yazın da güneşin sıcaklığından korursun insanları... Her ne kadar, seni giydiği takdirde, daha fazla terleyeceğini düşünenler varsa da, sen onlara aldırma!.. Bil ki, elbise ile gezen, yarı çıplak gezenden daha ferahtır. Bir de işin diğer boyutu var ki çok mühim: Sen, kem bakışlarla bedenlerin kirlenmemesi için lâzımsın. Vücudu örtmekle, ona ait güzellikleri ve kusurları da örtersin. Hâsılı hazineyi hırsızdan, kusuru da densizden gizlemekle, seni giyen bedenin, muhafızı olursun.
İnsanların, bu açıdan sana bakışları da kısım kısımdır. Kimileri, Hakk’ın bir emri olmak üzere, seni tam da var oluş amacına uygun bir şekilde kullanırlar. Onların yanında kendini güvende hissedersin. Çünkü seni ziyan etmez, hor görmez, küçümsemezler. Seni ellerine teslim ettiğim günden itibaren, Allah’ın bir emâneti gibi görür ve öylece muâmele ederler. Senin kadrini pek iyi bildikleri gibi, sırf senden ötürü, Rab’lerine yönelip nice şükürler ederler.
Bir kısmı, seni sadece, soğuktan ya da sıcaktan korunmak için giyerler. Biraz düşününce, bu tip insanların, seni bir kalkan olarak kullandığını fark edersin. Güneşe, kara ve rüzgâra karşı, sadece bir kalkan... Zira böyleleri, kış geldiği vakit, sana sımsıkı sarılırken, yaz geldiğinde, kolunu eteğini biçer, seni şekilden şekle sokarak, özünden uzaklaştırmaya çalışırlar. Onların elinde, kâh mantoya dönersin, kâh minicik bir eteğe… Bu tipler sana seni unutturur da, ne diye bu dünyaya geldiğini hatırlayamaz olursun. Eee, bu vaziyette de elbet, güven hissinden ziyâde, şaşkınlık ve huzursuzluk yaşarsın.
İnsanların bazısı ise, seni bir örtü ya da kalkan gibi değil, tam aksine, bir cazibe unsuru olasın diye kullanırlar. Bu tipler, sırf dikkat çekebilmek adına, seni öyle şekillere sokarlar ki, onların yerine utanmak, sana kalır. Onların elinde, kolun-bacağın da kalmaz ki kaçasın… Yakanı, eteğini, düğmeni, dikişini mahvederler. Seni, biraz ip ve birkaç küçük parçaya çevirir; evet ya, giyinmek için değil, görünmek için üstlerine geçirirler. Orada öylesine eğreti durursun ki, uzaktan bakan, düştü düşecek diye, senin için tedirgin olur. Senin için diyorum, çünkü, seni o hâle getirip giyenin zaten, utanmak gibi bir meziyeti neredeyse yoktur. Görünme arzusu, onları hayâdan uzaklaştırmıştır. Sırf kendilerini teşhir etmek için, seni rezil ederler. O kadar ki, bu durum, bir elbise olarak senin zoruna gider de, onlar zerrece hislenmezler. Onların yanında, “Böyle yaşayacağıma öleydim!..” duygusuna kapılırsın. Bir zaman üzülürsün hâllerine, bir zaman sonra bu üzüntünün bir işe yaramadığını görüp, için için yanarsın… Ve her ateş gibi bu da, vakti gelince küllenir…”
“–Ne diyorsun!!..” diye dehşetle haykırdı genç elbise… “Kolumu-eteğimi kesecekler ha! Şu cânım varlığıma kıyacaklar ha! Gitmem! Kovsan da gitmem!”
“–Korkma.” dedi yaşlı terzi… “Sadece bil, tüm bunları… Çünkü, eğer hayırlı bir emânetçinin yanıysa nasibin, böylelikle, şükrün artar. Zorluk görmeyen kişi, ne bilir kolaylığın kıymetini... Çirkinlik olmasa eğer, nasıl ayırt ederdik güzeli… Şimdi anlattıklarım seni, pek ürkütmüş olsa da, yarın inşallah ancak, şükrünü artıracaktır. Zira bu usta seni, öyle ilk gelene verecek olsaydı zaten, bu gün burada olmazdın. Hem heyecanlanıp araya daldın, diyeceklerimi tamamlayamadım. Dur hele ki, sözümü bitireyim:
İnsanların kimi, zenginliğiyle böbürlenmek için giyer seni. Kimisi zaten fakirdir, ama bu fakirliğini dışarıya sezdirmemek için giyer… Bazıları pasaklıdır, kokutuncaya kadar; bazıları da pek titizdir, buruşuncaya kadar giyer. Pasaklının elinde vîrâna, titizin elinde de, yıkana yıkana lîmeye dönersin. Allah seni temizlikte de ifrattan ve tefritten korunmuş birinin eline lutfetsin…
Kimilerinin dolabında sayın onlarcadır, kimisinin dolabında sayın bir-iki parçadır. Bazısı atar seni, bazısı katlar… Kimisi pek süsler, kimisi sâde bırakır. Kiminin derdi, kürküne yemek yedirmektir; kiminin derdi, kürküyle yemek yedirmek. Kimi vardır, ceketini hibe eder, kimi vardır kıyamaz, cimrilik eder. Bazısında ibâdete, bazısında dalâlete dönüşürsün. Vücut vardır, mânâ kazandırır sana… Ve vücut vardır, yana yana mânânı ararsın… Kiminde kibre, kiminde fikre ve zikre sebep olursun. İnsan vardır, düşünde görse seni, sarhoşun, esirin olur… İnsan da vardır, bir düş bilir, senden yana hür olur.
Kimi bedende pek eğretisindir… Kimi bedende iman alâmeti… Kiminde özlü kabuksun, kiminde abuk sabuksun… Bazıları ısrarla, soyunur da soyunur… Bazıları sabırla, örtünmeye koyulur. Seni güzel ahlaktan ayrı göstermeye çalışsalar da, mâlum, testinin içindeki, dışarı yansır. Elbette sen tek başına, kimsenin îmanına ve ahlâkına delil değilsin ama… İnsanın, Hakk’ın emrine mutî olmakla güzelleştiği de bir hakikattir. Ve dünya, güzellerden çok, çirkinlerle dolu gibidir. Gerçi, bir güzelin, bin çirkine bedel olduğu düşünülürse, sayı çokluğu anlamsız kalır. Hâsılı Allah, itaat ile kendisine yaklaşan güzellere bereket ihsan eder.
Şimdi sen, Hakk’ın ahlâkına bir bak ki O, şâkire de, nanköre de lûtfetmektedir. O halde sen de, duruşu ne olursa olsun, karşındakine ikram eden ol… Kolunu eteğini kaptırmadan, varlığının sebeb-i hikmetini unutmadan yap bunu. Çünkü, birilerine faydalı olacağım derken, kendi inanç ve prensiplerinden taviz veren kişi, çok zaman geçmeden, kaybolur gider… Sen, kaybolmamak için de değil, ancak ve ancak, inancın öyle gerektirdiği, Rabb’in öyle emrettiği için sağlam dur ki, güvenip de limanlarına sokulanlar, senin sebebinle dünya ve âhiret hezimeti yaşamasın. Dilerim Allah’tan, kendin gibi, işin de, hizmetin de güzel olsun… Zaten eser, niçin vardır ki? Her eser, durmaksızın hep, müessiri yüceltmede değil mi?
Şimdi senin de vaktin geldi işte. Beni bir vesîle say, ki zaten ancak öyleyim. Bundan sonra artık, gittiğin her yerde, geçtiğin her bedende, O’nu haykır sessiz sessiz… Seni bu haykırıştan koparmak isteyeceklere karşı kavî ol! Unutma! Hiç unutma ki, O’nun çizdiği hudutlara sâdık kaldığın sürece, ayakların güvendedir. Mevlânâ’nın sözünü hatırla:
«Biz pergel gibiyiz. Sâbit ayağımız şeriattadır. Diğeriyle bütün âlemi dolaşır, gezeriz. İşte bu yüzden, ayağımız kaymaz!»”
Terzi, bu son sözleri söylerken, öyle kararlı ve coşkuluydu ki, az önce kapıdan gireni fark etmedi.
“–Eee, dedik ya işte, bazen, bir elbisenin sesini duyar da insan, kapının açılıp kapandığını duyamaz.”
Müşteri, şâhit olduğu konuşmalardan ötürü gönlünde uyanan hürmeti gizlemedi. Dedi ki:
“–Methime ihtiyacı olmayan kıymetli usta… Rûhun öylesine hür ki, cansızlarla dahî sohbete koyulmuşsun… Senin sözlerin üzerine söz etmem. De hele, bu elbisenin fiyatı nedir?”
Terzi, müşteriyi şöyle bir süzdü… Ardından genç elbisenin yüzüne baktı… Gözlerini kapadı ardından:
“–Al…” dedi. “Al, gönlü görücü insan… Emeğim senin gibisine, helâl ü hoştur, al git! O elbise değil, evlât, canımdan candır; al git! Hizmet ettiği kadar, yakınımdır unutma! Ne kadar gitsen yine, yanımda yandır, al git!”
YORUMLAR