Bütün geceyi, anlatılanları düşünmekle geçiren genç elbise, sabaha karşı yorgun düştü iyice... Eşya da hiç yorulur mu, demeyin… Hurma kütüğü ağlar da, elbise yorulmaz mı? İnsan aklı işte! Her şeyi, kendi sınırları içinde zannedip yanılmaya müsait… Bu sebeple, ne kütüğün ağlayışına, ne de elbisenin düşünüp yoruluşuna inanamaz. Âh bacaksız akıl, âh! Hem bir karış boyu yoktur, hem de bücürlüğüne bakmadan, arşa dâir ahkâm keser… O bacaksız aklın en akıllısı, boyunu aşan hususlarda susup, aczini kabul edendir. Şimdi sözü uzatmayalım da, hikâyemize geri dönelim…
Genç elbise, gözlerinden uyku aka aka, kapıyı gözlüyordu ya, terziyi görünce birden kendine gelir gibi oldu.
“-Saatlerdir insanların duymasıyla ilgili söylediklerini düşünüyorum ustam!..” dedi. “Bütün gecem tefekkürle geçti. Hadi, biraz da görmesinden anlat insanların, ne olur!”
Yaşlı terzi, onun bu hevesli hâline nazar edip, gülümsedi.
“-Bana bak genç elbise, baştan bu kadar yüklenirsen kendine, sonraya gücün kalmaz. Şimdi, önce biraz dinlen, ardından anlatmaya başlayalım. Çünkü şimdi anlatsam da dinleyecek hâlin yok. Sakın sen de, yarış başında deli gibi koşturup, yarış sonunda tıkanan atlar gibi olma!.. Dengeli git… Hak katında, ibâdetin dahî makbul olanı, “az da olsa devamlı” olanıdır. Sonra, çok fazla yorup da, aklını kaçırmayasın. Yavaş yavaş, sindire sindire git ki, akıldan aşka yol bulasın…
Doğrusu, genç elbise, itaat edeceğinden değil ama, cidden çok bîtap düştüğünden, söz dinledi. Zira o, sorgusuz suâlsiz itaat etmekten uzaktı henüz. Ama işte, uyku başa vurdu mu, isyanları sessiz birer taate çeviriyor ve en âsî kulu dahî, suskun ve teslim olmuş bir ölüye benzetiyordu. Elbise de sustu….
Bir süre sonra, dükkâna giren müşterilerin sesiyle uyandı genç elbise. Müşteriler, ona doğru yaklaşıyor ve bir şeyler söylüyorlardı. Daha askıdaki ikinci günüydü ama, hemen göze gelmişti demek. Bu, onun bir yandan hoşuna gitti; diğer yandan, büyük bir korku duymasına sebep oldu. Daha hakkında pek bir şey bilmediği insanoğlunun eline geçmek düşüncesi, onu korkudan titretti. Öğrenmesi gereken çok şey vardı. Yardım dilenircesine yaşlı terziye baktı:
“-Ustam, beni verme bu müşterilerin eline ne olur! Daha hazır değilim! Beni bırakma!..” dedi hâl diliyle…
Yaşlı terzi, “Merak etme sen!..” dercesine başını salladı.
Gelenler, elbiseye hayran kaldılar ama, ücretini duyunca, almaktan vazgeçtiler. Elbise bilmiyordu ya, terzinin âdeti buydu. O, diktiği bir elbiseyi, kıymetini bilecek kişiyi bulana kadar elden çıkarmaz, bunun için de, lâyığı gelene kadar, fiyatını yükseltirdi. Zira, bir kıymete, kadrini bilerek tâlip olan kişi, en yüksek fiyatı bile vererek, fedâkârca davranır. Oysa kıymeti küçümseyip, kendi kârını gözeten kişi, biraz fazla ücreti duyunca, beğenmekten cayar. O lafta çok beğenen müşteriler, ücreti duyunca, üstelik bir de kusur bulur, çeker giderler. Yine öyle oldu ve bizim elbise, rahat bir nefes aldı.
“-Hadi şimdi anlat lütfen!..” dedi.. “Nicedir bu insanların görmesi?”
Yaşlı terzi cevap verdi:
“-İnsanların bazısı kördür. Bunlar, yüzlerinde iki göz taşırlar, ama Hak katından indirilmiş bir perde dolayısıyla, ışığı göremezler. Onlar renkleri, şekilleri, yüzleri, resimleri de göremezler. Bu sebeple hem bir mahrumiyet, hem de bir ikram içindedirler. Körlüğün mahrûmiyet olması, göğün mavisini, ağacın yeşilini, sevdiklerinin yüzünü görmekten mahrum kalmaktır ki, elbette çetin bir imtihandır. Lutuf yanı ise, çirkinlikleri de görme tehlikesinden, bu vesileyle korunmuş olmaktır. Zira perde onları, çirkin resimleri, ahlâksız kareleri görmekten de alıkoyar. Bu insanlardan, şükür ve rızâ içinde bulunanlar, hayırdan hayıra yol alırlar. Şikâyet ve isyan içinde bulunanlar da battıkça batarlar…
Bir de, baş gözleri gördüğü halde, kalp gözlerinde perde olanlar vardır ki, bunlara “Bakar kör” denir. Onlar renkleri, kelebekleri, taşları görürler, ama bu yaratılmışların hikmetini ve Hâlık’ını göremezler. Onlar bakarlar, fakat bakışlarında bir gâye ve ibret bulunmadığından, sadece kabuk görürler. İnsanlarda, hayvanlarda, bitkilerde ve diğer mahlûkatta, sadece bir dış kabuk görür, her şeyi de o kabuktan ibaret zannederler. Durum böyle olunca, bu kişiler, neredeyse her an, zan yüklü bir bakışla bakarlar. Kendilerince çok bilirler ve bu sebeple de pek çok yanılırlar. Bu tip insanların genellikle, kendi belirledikleri birtakım ölçüleri vardır. Bu ölçü dışında kalan herkesi kötü ilan etmeye ve dışlamaya hazır gibidirler.
İnsanlar, çok çeşitli bakış ve görüşe sahiptir. Bazısı dikende gül görür, bazısı gülde diken… Bazısı sevapta günah görür, bazısı günahta sevap… Kimi hayırda şer görür, kimi şerde hayır…. Varlıkta yokluk gören de vardır, yoklukta varlık gören de… Sıhhatte hastalık görenlerle, hastalıkta sağlık görenleri de unutmamalı… Bazısı güzelde çirkin görür, bazısı çirkinde güzel…
İnsan vardır, karşısındakine ayna görünür, insan vardır karşısında ayna görür… İnsan vardır, zenginlik içre fakirlik görür, insan vardır fakirlik içinde zenginlik görür… İlginçtir ama, zenginken fakir-fukara kalmak da, fakirken zenginler zengini olmak da insana hastır… Kişi vardır, selâm içinde gizlenmiş yumruğu görür; kişi vardır, yumruk içinde gizlenmiş selâmı görür… Hâsılı, göz öyle bir şey ki, kiminde bakar ve görür, kiminde ise tam bir “bakar kör”dür…
Görmek isteyen, bi-iznillah görür… İşin ilginci, genellikle insan, görmek istediğini görür. Kimi insan vardır, gözlerinde pembe gözlüklerle dolaşır. Kiminin gözlükleri kara, kimininki yeşil… Bazısının camları kalın, bazısınınki ince… Hâsılı, herkesin görmesi biraz, taktığı gözlüğünce… Kimi kirli gözlükle dolaşıp, en mâsumu bile, bakışlarıyla kirletir. Kimi tertemiz gözlüklerle dolaşıp, en kötüyü bile bir bakışıyla güzelleştirir. Kimi günâhı, kimi günahkârı görür… Kimi zararı, kimi zarardaki kârı görür. Bazısı nimeti, bazısı nimeti yollayanı görür. Hani, kimi bakar görmez, kimi bakmadan görür…
“-Âh ah! Tekerlemeye döndü bu iş ustam!” dedi genç elbise… “Başım azıcık dinlenmişti, yine ağırlaşmaya başladı.”
“-Evet ya, tekerlemeye benzedi gerçekten!..” diye cevap verdi yaşlı terzi... “Kimisi kuş tüyünde külçe ağırlığı görür, kimisine külçeler, kuş tüyü hafifliğinde görünür. Kimisi perdeyi, kimi perdenin ardını görür… Kimisi gölgeyi, kimi gölgenin sahibini görür. Kimileri bağa girer, bir üzüm görmeden döner. Kimisi tek bir üzümde, bağı-bağbânı seyreder. Anlayacağın elbise, bu insanoğlunun görmesi de, duyması gibi sırlıdır.
Yarım bardak su koyarsın; kimisi dolu tarafını, kimisi boşunu görür. Hâsılı, sen bilmezsin sende ne görürler. Fakat bilesin ki, herkes, sende, biraz kendini görür. Bazısı güzel bakar güzel görür; bazısı çirkin bakar, çirkin görür… Her ne kadar tavus olsan, kelaynak görür kimi… Her ne kadar kelaynak olsan, kimi de yine tavus görür… Elbet taşı taş, suyu su, dağı dağ gören de var ya… Bir de, her mahlukta Hâlık’ın kudretini gören var…
Hani mecnun misâli, muhabbeti ezâda bile gören var. Firavun misâli, nefsini fezâda bile gören var. Hele bir de, bütün körlüğüne karşın, uyanık geçinenler var ki, onlar hepten içler acısı…
Bu insanoğlu, elini gözüne kapasa, ardını göremez… Sis inse, bir metre ötesini seçemez ama… Yine de, sanki görüyormuş gibi, kalplere dâir yorum yapar. İnsan bu… Anasından doğduğu günkü kadar net göremez, büyüyünce… Yaşı büyüdükçe, perdeleri kalınlaşır… O kişi, bu kalınlaşmış perdelerle, bir mürşidin eteğine ne zaman ki yapışır, o zaman ümitlenilir tekrar, duru bir bakışa kavuşmasından…
Kırk gün olmadan gözünü açtı diye bebeğe şaşar da, kırk yaşında kör gezişini tuhaf bulmaz insan. Zaten, şaşıdır çoğu zaman… Biri iki görür. Hatta, bu da kesmez, biri yüz, biri bin görür… Gerçi, binde biri gören de yok değildir. Zaten, belki de şu dünya, onlar hürmetine hayatını sürdürür.
Gördüğüne inananlar vardır, bir de görse de inanmayanlar… Gözlerinin aczini kabul edip, «İnanmam için görmem şart değil!..» diyenler bulunduğu gibi; «Ben görmediğime inanmam!..» diyenler de mevcuttur.
Köpek leşinde dahi güzellik görebilen “Habibullah” vardır… O Habibullah’ta çirkinlik görebilen Ebu Cehil vardır. “O, diyorsa doğrudur”, diyerek, imanı, görmeye bağlamayan sâdık Ebûbekir vardır.
Gördüğünü hayra yoranlarla birlikte… Her gördüğü için kötü yorumlar yapan şom ağızlar vardır. Eksikliği, kusur görenler bulunduğu gibi; kusuru, lutuf görenler de bulunur. Neredeyse, gözler sayısınca görüş, görüşler sayısınca duyuş vardır.”
Genç elbise dayanamadı:
“-Dur ustam dur! Biraz hazmedeyim…” dedi, gözlerini kapattı. Bir süre sonra, gülümseyerek şunu sordu:
“-Ustam, boşver başkalarını, senin görmen nicedir, bana onu de, ne olur!”
Yaşlı terzi, gelinlik genç kız misâli kızardı birden… O, başkaları hakkında bülbül gibi şakıyan dili, sanki bir an lâl oldu. Sonra, toparlandı ve şöyle dedi:
“-Canım, benim görmem de işte, gözlerimdeki gözlüklerle ne kadar olursa o kadar. İğneyi ipliği gördüm mü, şükrediyorum. Zaten yaşlı bir adamım. Hadi hadi, anlaşılan bugünlük sözün sonu geldi. Sen beni bırak da, dilersen uyu, dilersen tefekkür etmeye bak…”
Genç elbise, ustasının bu hâlini pek sevdi. Onu daha önce hiç böyle görmemişti.
“-Ama ustam! Daha anlatacakların bitti mi ki? Hani insanların konuşmasını da anlatacaktın?” diyerek itiraz etti.
Yaşlı terzi, parmağını dudaklarına götürerek, bir “Sus” işareti yaptı… Kaşlarını sevgiyle çattı…
“-Vakti var, bekle, sus!..” der gibiydi… “Sus, yoksa, birçok insanın yaptığı hatayı sen de yapacaksın… Anlatacağım ya, bekle… Sabrı da tanıyacaksın…”
YORUMLAR