Çeşit çeşit güllerin, her sabah şebnemlerle gözlerini açtığı bir gül bahçesinde, bir gülün yavaş yavaş ölmesi ne kadar acı verir insana değil mi? Aynen anne-baba sevgisinden mahrum, bir damla merhamete muhtaç çocuklarımız gibi.
Her doğan güneşle, rengarenk ve her birisi bir birinden güzel ve özel güllerin hep bâkî kalmasını ister insan... Hep güzel râyihalar yayılsın ve hep tomurcuk saflığında olsun ister.
İnsanoğluna bahşedilen ve Kur’ân-ı Kerîm de “zînetü’l-hayâti’d-dünya” diye vasıflandırılan çocuklar da böyledir. Bir anne-baba için, dünyada çocuğundan daha kıymetli bir başka varlık olabilir mi?
O çocuk zinetten de daha öte değil midir?
Fıtrat üzere dünyaya gelen bir yavrunun, bir gül bahçesindeki gül masumiyetinden farklı bir durumu yoktur. He şeyin fıtrî olanı da akla, vicdana ve insânî değerlere en uygun olanıdır. Fakat sonrasında insan, kendi elleri ile kendi dejenerasyonunu yapmakta ve fıtratın dışına çıkma hadsizliğini göstermektedir. Süflî hevesleri uğruna, hep daha iyi olurum hissiyle kanaatsizliğinin kurbanı olacak mânâsız bir arayış içine girer ki, bu da mânevî hüsranı olur insanın...
Çocuklarımız, canlarımız, gözbebeklerimiz...
Başka çocuklardan ya da başkalarının çocuklarından bahsetmiyorum.
Öz be öz kendi yavrularımızdan bahsediyorum.
Evimizde büyüttüğümüz, her dakika, her saniye kalbimizin birlikte attığı, nefeslerimizi birlikte alıp verdiğimiz, dokuz ay bin türlü cefâ ile taşıyıp dünyaya getirdiğimiz, kendi yavrularımızdan bahsediyorum.
Dışardaki yangının alevlerini görüp elimizdeki bir kova su ile koşarken, evdeki yangını unutuyor muyuz? Bütün bu soruları bir anne-baba olarak yeniden kendimize sormalı ve asıl yangının evimizde olduğunun farkında olmalıyız.
Kendimizde gördüğümüz maddî-mânevî noksanlıkların faturasını bir şekilde büyüklerimize, anne-babamıza çıkarırken, acaba ev ortamında kendi yavrularımıza ne kadar verimli olabiliyoruz? Kendi çocuklarımızın dünyalık ihtiyaçlarını bin türlü cefâ ile karşılamaya çalışırken, onlara âhiret azığı olacak sermaye için ne kadar kaygılanıyoruz? Çizgi filmlerle, bilgisayar oyunları ile doldurduğumuz dünyasına, olgun bir şahsiyet inşası için ne kadar gayret gösteriyoruz?
Belki dünya kadar bilginin içerisinde, kitaplardan, internet sayfalarından okuyup elde ettiğimiz birkimlerimizi ne kadar çocuklarımıza aktarıyoruz?
Bazen şeytan, insanı, ona başka bir iyi işi yaptırarak da kandırıyor. Sizi aslî vazifenizden uzaklaştırmak için, diğer bir iyi işi daha hoş göstererek, yerinde ve zamanında yapmamız gereken daha önemli bir işi ihmal etmemize sebep olabiliyor. Bu da nefsimizin veya şeytanın aldatmacalarından biridir.
Sosyal statü, iş kariyeri, dünyalık kaygılar, hatta hizmet hassasiyeti derken, bazen kendimizi unutup olması gereken hayat istikametimizden geri dönülmez sapmaları yaşıyoruz.
Hizmet anlayışı içerisinde, gençlere, çocuklara hep iyi ve güzel şeyleri aktarmayı gaye edinmemizden daha normal bir şey yoktur. Bunu kendi çocuklarımız veya başkalarının çocukları diye bir ayrıma gitmeden yapmamız en güzeli!... Ancak buradaki denge bozulduğu zaman, işte o zaman bir tarafa haksızlık yapmış oluyoruz.
Bana göre, bir anne, hangi toplumsal statüde olursa olsun, hiç bir statü onun “anne” olma statüsünün önüne geçemez, geçmemeli!.. Bir annenin sorumluluk alanlarının en başında, kendi evinin içi, çocukları, kocası gelmeli!.. Hizmet veya birtakım sosyal statüler için âilenin omurgasını oluşturan aslî vazifelerden uzaklaşılıyorsa, burada temel bir problem var demektir.
Hizmet sırasını veya hizmet sınırını belirlerken en öne koyduğumuz hususlara azami dikkat göstermek zorundayız.
Dışardaki yangının durması için önce içerdeki yangını söndürmeliyiz.
YORUMLAR