Dışarıda kar boran, içeride tatlı bir ılıklık varsa, elbette evde oturmak güzeldir. Kim sevmez ki böyle zamanlarda, güven içinde pencereden dışarıyı seyretmeyi… Hele bir de senelerin yorgunluğu üzerinizde ve yaşınız oldukça ilerlemiş ise…
Şimdi kendisinden bahsedeceğimiz de, işte böyle yaşını almış, yüzünde pek anlamlı çizgiler oluşmuş, yetmişini aşkın, gül çehreli, tebessümlü bir nine... Adı, Nurhayat. Onu ne vakit görsem, gönül penceremde:
“-İşte…”, derim, “İşte ihtiyar böyle olmalı! Hayat dediğin, onunki gibi tefekkürün zengin ikliminde, nur ile aydınlanmış ve aşkla bereketlenmiş olmalı.”
Hani bazen yaşlılarla karşılaşırsınız.
“-De hele, ne anladın bu hayattan?” diye sormaya kalktığınızda, yüzünüze garip garip bakar, koca bir:
“-Hiiiç!..” çekerler.
Hayır. Nurhayat Nine, böyle durumlarda önce koca bir “iç” çeker ve anlatmaya başlar. Anlatır, anlatır, o konuşunca etrafındakiler de bıkmadan dinler. Dili öyle tatlı, konuşması öyle akıcıdır ki, kimse sıkılmaz sohbetinden…
Bütün ömrünü sünnete uygun yaşamış olduğundan, sıhhati de, morali de, güzelliği de yerli yerindedir. Elbet onun da saçları aktır. Elbet onun da alnında kırışıklar vardır ya, mübarek sanki nazarlık misâli… Ziyaretçileri hiç eksik olmaz. Hani, “bir ayağım çukurda zaten” deyip, dünyadan elini eteğini çekmemiştir. Ölüm korkusu içini doldurup, kendine ve çevresindekilere ağırlık da olmaz. “Aman da genç görüneyim; saçımı, dudağımı boyayayım” gibi bir düşünce, zaten aklının köşesine uğramamıştır. Hâlinden râzı olduğu için midir nedir, kendine has bir havası, anlatılmaz bir heybeti vardır. Ah bir görseniz, senelerdir abdestle temelli güzelleşen teni, nasıl da parlar!.. Başına örttüğü bembeyaz tülbentçiği ile cenneti hatırlatan bir hâldedir. Yanakları ölçülü bir olgunluktadır ve öyle tombul ninelerden de değildir.
Bir gün, ziyaretine gelen gençlerle arasında geçen konuşmalardan bazılarını, dilim döndüğünce aktarayım size. Gençlerden biri sordu:
“-Nurhayat Nine, burada yalnız mı yaşıyorsunuz?”
“-Güzel kızım benim, yalnızlık dediğin n’ola ki? Eğer bir evde tek başına yaşamaktan bahsediyorsan, evet, yalnızım. Ama ben hiç tek kalmıyorum ki... Gündüz ziyaretçilerim gelip gidiyor, gece arkadaşlarım…”
“-Gündüzü anladım da nineciğim, geceki mesele neyin nesi?”
“-Ne olsun evlâdım. Gece gündüz, sağımda ve solumda iki yazıcı melek… Biri hayırlarımı yazmakla, diğeri yanlışlıklarımı not almakla meşgul… Bazen Allâh’ın görünmeyen kulları gelir gider. Bazen bahçeden ya bir böcek, ya bir arı odamı şenlendirir. Onlar olmasa, «râbıtam» vardır evlâdım. Gözlerimi kapadığım ânda, sevdiğim karşımda, benimle sohbete koyulur. Hatta çoğu zaman, gecelerim, gündüzlerimden daha kalabalıktır. Anlayacağın, yalnızlık dediğin, aslında hiç olmayan bir şeydir. Zira hiçbir arkadaş olmasa, Rabbim vardır ve beni her ân görür, gözetir.”
“-Nurhayat Nine, biz, niye senin gibi hissedemiyoruz? Hep yanımızda birileri olsun istiyoruz.”
“-A canım kızım, bunu ben de istiyorum. İnsan, insana muhtaçtır. Paylaşmak, konuşmak, yardımlaşmak, dertleşmek için, herkes birini arar. Fakat zaman bana gösterdi ki, insanlar fânîdir ve gelir geçer. Hele de bencileyin ömrünüz uzun olursa eğer, nice sevdiklerinizin göçüp gittiğine şâhit olursunuz. Yaşanan bu ayrılıklarda gözler yaşarır, gönüller sızlar. Düşünün ki, Sevgili Peygamberimiz dahî, evlatlarının vefâtıyla hüzünlenmiştir. Fakat şunu söyleyen de O’dur: «İnsanlardan bir dost edinecek olsaydım, Ebu Bekir’i seçerdim.» Bu söze dikkat etmek lâzım çocuğum. «İnsanlar arasındaki dostum, Ebu Bekir’dir.» demiyor. «Dost edinecek olsaydım…» diyor. Demek ki çok özel, çok güzel yanları bile olsa, insana dayanıp kalmak doğru değil. Zira insan, zaaflarıyla var. Zayıf bir dala binen, ağaçtan tez düşer.
O hâlde, sev, yardımlaş, paylaş, selâmlaş, dertleş; ama dayanma!.. Dayanağın, Hak olsun. Dostun da… İşte o vakit, gelen de, giden de bir olur. Say ki, sen bir kıyısın, gelip gidenler dalga... Kimi okşar, kimi vurur, kimi değer geçer… Kimine mest olursun o dalgaların, kimine sinir… Kimi zoruna gider, kimi hoşuna… De ki: «Rabbim, şu deryanın sahibi sensin. O hâlde bana, mâhiyeti, şiddeti ve ziyareti ne şekilde olursa olsun, dalgalarını sevmeyi; fakat her birinin ne de gelip geçici olduğunu unutmamayı nasip et.» Zira dalga bazen bir kişi, bazen bir olay olur da imtihan bâbından geliverir.”
“-İmtihan?”
“-O, seni olgunlaştırmak için, Allâh’ın lûtfettiği bir ikramdır. Bazen rahatlık, şenlik, bolluk kisvesiyle; bazen de can sıkıntısı, zorluk, fakirlik kılığıyla geliverir. Kimi zaman dostlarla, kimi zaman düşmanlarla imtihan edilirsin. Bazen, kimsecikler olmaz da, kendi nefsinle boğuşursun. Zannetme ki imtihan olmak, hep boğuşmaktır. Hayır, bazen çok sever, sevdiklerinle imtihan edilirsin.”
Tam da burada, gençlerden biri derin bir “âh!” çekerek:
“-Yaramı deştin nineciğim!..” dedi.
“-Hayırdır kızım, ne yarası?” diye sorunca Nurhayat Nine, o genç:
“-Gönül yarası, gönül!” diye inledi.
Bu cevap üzerine sordu Nurhayat Nine:
“-Aman kızım, keşke her yara onun gibi olsa... Niye bu kadar dertlisin, söyle hele.”
“-Kara kaşlı bir yağıza âşığım nineciğim. Vallâhi bak, daha annem bile bilmiyor, ilk sana söylüyorum. Onunla gizli gizli buluşuyoruz. Bir saat görmesem, bir yıl geçti sanıyorum. O da beni çok seviyor. Ne zaman buluşsak bir parkta, el ele tutuşuyor, geziyoruz. Hele de bana sarıldığında, zaman dursun istiyorum be nine... Aah ah!”
“-Aşk acısıyla “âh” ediyorsan eğer, Rabbim senin gönlüne «aşk istîdâdı» koymuş olmalı kızım... Lâkin bu istidâdı zâyî etmemek gerek. Bir nîmetin israfı, o nîmeti yerli yersiz kullanmak, olmayacak kişilerin eline bırakmakla olur. Şimdi herkesi, anne-babanı da koy kenara, sadece kendi açından düşün... Zira kabre tek başına gireceksin, kimseyle değil. De ki: «Kişi, hiç sevdiğini ateşe sürükler mi?» Sen, hem onu sevdiğini söylüyor, hem de sarılıp gezmekten bahsediyorsun be yavrum. Söyle bakalım, günahı-sevabı bilir misin? Anneciğin sana helâli-haramı öğretti mi? Elbet, sen de takdir edersin ki, çok sevmek, Allâh’ın ölçülerini bir kenara bırakma hakkını kimseye vermediği gibi, bize de vermez.
Doğru, gönül ferman dinlemez; ama yaralar da böyle yanlış ilaçlarla iyileşmez. Aşk, en büyük zenginliktir. Ve bilir misin, varlıkta sabır, en zorudur. Düşünsene, hem birine deli gibi sevdâlı olacaksın, hem de ondan ayrı duracaksın. Zor iş… Ama zahmette rahmet olduğunu unutma!.. Hem, parklarda gizli gizli buluşmak da neymiş? Zaten seven, sevdiğinden ayrı mı kalır ki buluşsun be kızım. Sevenlerin buluşması gönüldedir. Biri diğerini anmakla buluşmuş olur. Bunun için de özel bir yere ihtiyaç yok. Her ân, her yer buluşma mekânıdır. Büyükler buna, «Halk içinde Hak’la olmak» derler. Önce halk içinde yârla beraber, ardından halk içinde Hak’la beraber…
Anlayacağın, kıymetini bilen için, «mecâz sevgi» pahası biçilmez kıymette bir basamak olur. Kalbinin Allah aşkına hazır, temiz bir mekâna dönüşmesi, en yüce buluşmalara hazırlanması için gerekli olmasa, “sevmek” denilen azâbı yaşamazdın. Azap dedimse, lezzetin en hasıdır, sev… Sev; fakat haddi aşma! Zira haddi aşman, neticesi hüsran olan işlere sürükler seni… Allah, bizi sevdiği için sınırlar belirlemiştir. O sınırların dışına taşarsan, hem sen, hem de karşındaki kişi zarar görür. Sanma ki, ayrı duranlar, kendilerine eziyeti sevdikleri için öyleler. Hayır!.. Onlar, Hakk’ın rızasını gözetmek çabasında olduklarından ayrılar. Fakat her ân, herkesten daha fazla birlikteler.
“-Ne yani Nine, şimdi sen, «Gitme, sevdiğinle gezme, dolaşma, ona sarılma!» mı diyorsun? Ben buna dayanamam ki…”
“-A benim tatlı kızım. Söyle bana. Sen o yağızı mı, yoksa kendi arzularını mı seviyorsun? Eğer onu seviyorsan, arzularını kenara koy da; sevdiğini de, kendini de yanlışa düşmekten koru!.. Ama eğer arzularının âşığıysan, o vakit «seviyorum» deyip, kendini kandırma!.. Kişi, nefsinin isteklerini, sevdiği kişi karşısında frenleyemedikten sonra, başka nerede frenleyecek!.. Sevdiğinin karşısında kendi arzularını unutamayan kişi, başka nerede unutacak?
Zaten şimdi, adını da koymuşlar bu işlerin. “Flört” diye bir laf çıkmış. Flört, n’olaki? Güyâ gezecek, tozacak, tanıyacak, beğenirse evlenecek... Eee, ya beğenmezse ne olacak? İnsan mal mı ki, sağına soluna bakıp, yok beğenmedim deyip tezgâha bırakacaksın. Hayır!.. Aslâ!.. Görür duyarsınız etrafta, böyle terk edilmişleri... Ne de büyük yıkımlar yaşarlar. Akıllı olmak gerek. «Akıllı olmak, nakle tâbi olmaktır.» Nakil ise, Peygamber Efendimiz’in bizlere aktardığı âyetler ve (hiçbir zaman hevâsından olmayan) bizzat söylediği sözlerdir. İşte böyle, nakle kıymet vererek sevdiğin vakit, adına “âşık” derler.
Biz zayıfız be çocuğum… Kendi arzularımıza göre yaşamaya, doğruları küçük aklımızla tespite kalkışırsak çoğu zaman yanılırız. Bir Müslüman’ın, attığı her adımda nakle tâbî olması zarûrîdir. Sevdiğin zaman da aynı… Bil ki, dedeniz rahmetli olduydu da, o güne kadar her ânım, onun yeni bir yanını keşfetmekle geçtiydi. Tanımak diye bir şey yok be çocuğum. İnsan sır… Lâkin işte sevmek var, hayırlı olacağına inanmak var, hüsn-i zan etmek var.
Hem, sana «Seni seviyorum.» diyene de iyi bak. Seni mi, yoksa seninle gidereceği arzularını mı seviyor, yokla!.. Seven, sevdiğini ateşe atmaz. Seven «sevdiğinden yalnız» kalmaz. İçten içe yanar da, sevdiğine tek bir kıvılcım sıçratmaz.”
…
İşte böyle, bizim Nurhayat Nine…
Bir başka sohbetine nasip olur da denk gelirsek, size birkaç kelâm aktarırız yine... O zamana dek, hadi bakalım, mâdem yalnızlık da hiç olmayan bir şeymiş, köylü köyüne, evli evine…
YORUMLAR