Şu uçsuz bucaksız kâinat, insanın ne gibi fazîlet sıfatlarıyla mücehhez olması gerektiğini en güzel ve pek mânâlı bir şekilde telkin eder. Aynı zamanda ne gibi menfîliklerden uzak durmak gerektiğini de bildirir. Çünkü bu kâinat kitabı, müsbeti ve menfîsiyle baştan sona hikmetler ve ibretler sergisidir. Bu sergide çukurundan zirvesine kadar her türlü olumsuz ve olumlu hâle, sayısız misal görmek mümkündür. Dolayısıyla insan sadece yerleri ve gökleri gönül gözüyle seyretse bile neler neler okur, ne dersler alır. Ve böylece hayat rotasında ona göre kendisine yön çizer. Öyle ki bazen bir ağacın, bazen ağlayan bir ceylânın, arının, kuşun ve sayıya gelmeyecek derecede mahsul veren şu kara toprağın ve dünyayı aydınlatan güneşin, yeryüzünü sulayan göklerin bize söylediklerini sayfalar dolusu kitaplar anlatamaz. Bunlara kulak verenler, bambaşka bir güzelliğe nail olurlar.
Yani kâinat, kalp sahipleri için sessiz şiirleriyle bir muallimlik vazifesi yapmakta ve gören gözlere, duygulu yüreklere diğergâmlığı ve cömertlikteki enginliği o kadar güzel anlatmaktadır ki, âdeta başka bir nasihate ihtiyaç yoktur. Bu gerçeği insanoğlu mutlaka okumalı ve her faaliyetinde kendisi kadar başka insanların da istifadesini düşünmeli, diğergâm olmalı ve Rabbinin kendisine ihsân ettiği nîmetleri muhtaçlara cömertçe tevzî etmelidir.
Mikro âlemden makro âleme kadar bu kâinata ibret gözüyle nazar edenler, onda sonsuz ilâhî tecellîleri ve sırlar hazinesini keşf etmeye başlarlar. Kâinât, onlara âdeta sessiz ve ilâhî bir şiir hâlinde fısıldar. Cenâb-ı Hakk’ın muradı da budur. Yani Allah Teâlâ, bu esrâr hazinesini; ilâhî azametini tefekkür ve hiçliğimizi idrâk etmemiz için sergilemektedir. Nitekim ilk emir olan «oku» ifadesi bu ilâhî sırları da içine almaktadır. Çünkü bu kalbî okuyuşla hâsıl olan tefekkür ve ibret sayesinde insan; yaratılış hikmetini daha derinden kavrayacak, neticede hayret ve acziyetin bereketli zemininde mütevâzı bir kul olacaktır. Zîrâ kul, acziyetini idrak edecek ki, azamet-i ilâhiyyenin tam olarak farkında olsun. Azamet-i ilâhîyyeyi de tam olarak fark edecek ki, nefsinin acziyetini idrak edebilsin.
Kullarını işte böyle bir kıvama ve makama yükseltmek için Cenâb-ı Hak, kâinatta sergilediği mükemmellik, ihtişam ve ilâhî kudreti gözlere ve gönüllere şöyle arz eder:
“O (Allâh) ki, birbiri ile âhenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahmân olan Allâh’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bak, bir bozukluk görebiliyor musun?”
“Sonra gözünü tekrar tekrar çevir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir.” (el-Mülk, 3-4)
Gerçekten de gökyüzündeki sayısız ve aynı zamanda binbir karakterdeki yıldızlar cümbüşü, bir an olsun enerjisi tükenmeyen ve ilâhî bir takvim şeklinde işleyen, yeryüzüne hayat bahşeden şu güneş ve onun aynası olan ay, binlerce yıldan beri solmayan güzellikleri ve milim şaşmayan nizamları ile ne muhteşem birer ilâhî sanat hârikalarıdır! Yine lezzeti, kokusu, rengi ve âhengiyle birbirinden farklı sayısız meyve ve sebzeleri yetiştiren ve olgunlaştıran toprak, ne muazzam bir kudret tecellîsidir! Hele yeryüzünde kurak yerlere düştüğü andan itibaren toprağı yeşerten su, bambaşka bir iksîr-i ilâhî ve bambaşka bir hayat menbaıdır, canlılıktır, diriliştir…
Bu yüce, misilsiz ihtişam ve hârikulâdelikler, aslında insanı her an Cenâb-ı Hakk’ı tefekküre dâvet etmektedir. Fakat çoğunlukla insanoğlu; ya gafleti sebebiyle, ya da sürekli göre göre artık bakar-kör olduğu için, bu fevkalâdeliklerin farkında olmamaktadır. Neticede nice sonsuz ibret ve hikmet tecellîleri, âdeta kayaların üstüne damlayan yağmur damlaları gibi akıllara ve dimağlara nüfuz etmeksizin gafil gözlerin önünden kayıp gitmektedir.
Oysa birazcık tefekkür bile istifadeye kâfî gelecektir. Çünkü ibadetlerin içindeki ihlâs ve takvayı besleyen yegâne iksir, tefekkürdür. Meselâ namazda okuduğumuz her âyet, bizi lafızdan öte mânâsıyla kâmil hâle getirmelidir ki, ibadetimiz gerçek ibadet olabilsin. Cenâb-ı Hak: «Secde et ve yaklaş!» (el-Alak, 19) buyuruyor. Burada kulu Hakk’a yaklaştıracak olan, kalblerdeki tefekkür, yani duyuşlardır.
Tefekkür ehli için her şey ve bu kâinat, başlı başına bir dershanedir. Hiçbir tahsili olmayan ümmî bir insan bile bu dershanede hayatı ve hâdiseleri etraflıca okuyabilme kabiliyeti kazanır. Bütün sırlardan, hikmetlerden ve hakîkatlerden hisse almaya başlar. Her yaprak, her çiçek ve her meyve onun için bir kitap olur. Sâdî-i Şîrâzî der ki:
“Olgunlar için ağaçlardaki tek bir yaprak mârifetullâhı anlatan bir dîvandır. Gâfiller için ise bütün ağaçlar, bir tek yaprak bile değildir.”
Kısacası kâinattaki sayısız varlıklar, ancak ârifler için dil kesilir ve hiç durmaksızın anlatır, anlatır, anlatır.
Zaten bunca âlem, insana, bu ve benzeri hizmetler için yaratılmıştır. Öyle ki, nice varlıklar, kendileri için ürettiklerini daima ihtiyaçlarından fazla üretirler. Bunun sebebi, başkalarının, bilhassa insanoğlunun ihtiyacını da gidermektir. Bunda akıl ve gönül sahipleri için ne büyük hikmetler vardır. Meselâ:
Bal arısının ömrü kırk beş gündür. Bu kısa süreyi o, kendine ve nesline bal üretmekle geçirir. Üstelik ihtiyacından daha fazlasını üretir ve onda büyük istifade payı insanoğluna düşer. Yine inek, yavrusu için ihtiyaç olan sütü, fazla fazla üreterek insanoğlunun istifadesine sunar. Aynı şekilde bir elma ağacındaki elmaların içinde bulunan çekirdeklerinden bir tanesi bile, tek başına ağaç olmaya muktedir iken, onda dallarını yere eğecek kadar elma birikmektedir.
Bu misaller, kâinatın insana ne ibretli tâlimidir.
Meyveleri olgunlaşmış ağaçların, dallarını yere yaklaştırıp insanoğluna ikrâm etmesi gibi, akıl, bilgi ve hikmet sahibi insanlar da mütevâzî ve ikram sahibi olurlar. Şu hâlde insanoğlu da, görünüşe ve gösterişe dayalı nefsânî şöhret ve heybetten ziyâde iç âlemini bütün varlıkların istifade edebileceği bir hazine hâline getirmelidir. Daha doğrusu bereket ve rahmet Peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ’nın nurlu yolunda çağlayanlar misâli berrak ve pırıl pırıl bir su gibi olmalıdır. Yani su gibi hayat verici, şifalı, ferahlatıcı ve yeşertici olmalıdır. Kurdun, kuşun, herkesin içebildiği bir sebil gibi veya insanlara ibâdet şevki veren bir şadırvan gibi olmalıdır.
Suyun mâcerâsını bir düşünelim. Yağmur bulutuyla toprağa düşen su, bazen münbit bir arazide canlıların neşv ü nemâ bulmasına sebep olurken, bazen de kayalık veya killi bir arazide veya çölde heder olup gitmektedir. Buna mukabil bazen de toprağın üstünde neticesi görünmese bile, yer altında birikerek şifâlı bir kaynak suyu hâline gelmekte ve toprağı yarıp yeryüzüne çıkmak için gün saymaktadır.
Toprağın üstünde kalan su, insanlara hizmet etmekte, onların yemeğinde, içeceğinde, temizliğinde ve türlü şekillerde ihtiyaçlarının giderilmesinde kullanılmakta ve bazen bu yüzden kirlenmektedir. Fakat o kirli su, güneşin harâretiyle gökyüzüne doğru tebahhur etmekte (buharlaşmakta), sonra bulut bulut kümelenip tekrar yeryüzüne rahmet olarak yağmaktadır.
Bu mâcerayı Hazret-i Mevlânâ, suyu hâl lisanıyla konuşturarak şöyle anlatır:
“Su; yeryüzü muhtaçlarını ve yetimlerini besler, susuzluktan kuruyup kalmış olan susuzlara hayat bahşeder.
Lâkin arılığı, duruluğu kalmayıp, kirlenip bulanınca, su da bizim gibi yeryüzünde kirlendiği için huzursuz olur, şaşırıp kalır.
İçten içe feryada başlar. «Ya Rabbî!» der: «Sen bana ne verdinse, onların hepsini dağıttım, hepsini verdim; şimdi ben yoksul kaldım.
Sermayemi, elimde bulunan her şeyi temize de döktüm, pise de… Ey sermaye veren padişah, bana daha da fazlasını ihsân et.»
Bu feryatlar, bu yalvarışlar üzerine Cenâb-ı Hak buluta der ki: «Onu hırpalamadan hoş bir yere götür.» Güneşe de; «Çabuk onu hararetinle göklere yükselt!..» diye ferman buyurur.
Onu çeşit çeşit yollara sürer. Onu göklerde temizledikten sonra bazen yağmur, bazen kar, bazen de dolu hâlinde yeryüzüne yağdırır. Sonunda onu kıyısı olmayan, sınırsız olan denize ulaştırır.”
Her mevsim şahid olduğumuz bu tabiî hâdiseyi nakleden Hazret-i Mevlânâ, mânâ yoluyla insana: «Suların semâda temizlediği gibi sen de Cenâb-ı Hakk’a yaklaşarak kendini bütün kirlerden arıt. Böylece sen de yağmur gibi ol; bereket ve rahmet saç!» demektedir.
Zîrâ Cenâb-ı Hak, suyun rahmet bulutu hâlinde yeryüzünü diriltmesini ve bunun insanlara bir misal olduğunu ne güzel ifade buyurur:
“Rüzgârları gönderip de bulutları yürüten Allah'tır. Biz bulutları ölü bir yere sürüp, onunla toprağı ölümünden sonra diriltiriz. İnsanları diriltmek de böyledir.” (el-Fâtır, 9)
İnsan ki, anne karnında küçücük bir su damlası iken hayata “Selâm!” demiş, doğmuş, büyümüş ve nihayet insanların arasına karışmıştır. Ancak fıtratında gizlenmiş olan letâfet ve güzellikler, nefsâniyet ve günah kirleriyle lekelenmeye başlamıştır. Eğer o, işlediklerinin pişmanlığı içinde Cenâb-ı Hakk’a niyâz edip gözyaşlarıyla günahlarını temizlemeye çalışırsa, bu sayede terakkî ederek mânevî saflık ve kemâle ulaşır. Artık bu mertebede insan, Cenâb-ı Hakk’ın emri ve izni ile bir “rahmet” olarak insanların gönüllerine bereket saçmaya başlar. Artık o, insanların ıslah ve kemâline hizmet için vazifeli bir rahmet ve hidâyet menbaıdır.
Demek istediğimiz şu ki, insanın aslı saf ve temizdir. Necâset, kir ve lekeler, ona sonradan bulaşır. Ama bunlar arızîdir. Kalıcı olan, ruhtaki asâlet ve temizliktir. Bu sebeple insan, üzerine bulaşan kirleri temizlemek sûretiyle irâdî olarak olgunluk basamaklarını çıkar ve yücelir. Belli bir makama yükseldikten sonra da, insanların kendisine ihtiyacına binâen Allah Teâlâ, onu, eliyle, diliyle ve gönlüyle kullarına hizmet etmeye memur eder.
Cenâb-ı Hak, cümlemize bu güzel kıvamı bahşeylesin! Amellerimizi ve ahlâkımızı yağmur gibi temiz ve berrak bir rahmet, bereket ve hidayet vesilesi eylesin! İçinde yaşadığımız dünyadaki kir-pastan arınarak semâlara yükselen su gibi rûhumuzu ve gönlümüzü de tertemiz olarak yüce huzûruna erdirsin.
Âmîn…
YORUMLAR