Mektubuma başlarken selâm eder, yüzceğizinden sevgiyle öperim. Nasılsın diye soracak olursan, hamdolsun, yaramaz bir şey yok; fakat seni çok özledim. Bu mektubu, tadına hasretle geçen dokuzuncu günde yazıyorum… Âh bilsen, hasretin de ne güzel…
Nîmetlerin güzeli! Bu öyle bir tat ki, seni sadece görmek, sadece uzaktan kokunu almak bile bambaşka bir huzur veriyor. Hayır! İlle de elime geçmeni ummuyorum. Zaten niyetliyim, ikram edip, “buyur ye” deseler de sevgiyle bakmaktan başka bir şey yapamam. Çünkü bir süre için, böyle uzaktan sevmem gerekiyor seni…
Sen, yağız tenlim! Sen mis kokulum! Sen, tadına doyum olmazım! Sen, tek kırıntısına bile kıyamadığım! Sana öyle bir hürmet etmeli ki insan, o hürmet, gösterenin heybetini artırmalı. “Ben Kureyş’ten, kuru et ve ekmek yiyen bir kadının oğluyum.” derken Habîbullâh -aleyhissalâtu vesselâm-, karşısında heyecandan titreyen birini sâkinleştirmeyi dilemişti de, o da rahatlamıştı. Seni, mütevâzi sofraların nimeti olarak anmıştı da hani, diline almakla, şerefine şeref katmıştı.
Sen, ekmeğim! Seni çok severim… Bulduğum vakit, görmemişler gibi saldırmam sana, zira sen, nahifsin. Hem, azında tat, çoğunda âfat var. O hâlde, ölçüsüyle yenirsen ne güzelsin.
Senin için, kaç tarlada, kaç işçi belini bükmüş, kaç buğday başını vermiş, kaç adam fırın başında terini dökmüştür. Sen, “emek” demeksin. Kepeğine lâf söyleyeni, Allah iyi etsin! Öyle, kepeğinle güzel olmasan, hiç Rabbimin Sevgilisi, ekmeğini o şekilde yer miydi? Seni eline alıp hamdetmek, varlığına şükredip, yokluğunla imtihan edilmekten sakınmak ne kıymetli ibâdet. Seni dilim dilim keserken, o sessiz sedâsız, itirazsız hâlini ibretle seyretmek ne hoş!..
Sen, azizsin yanığım…
Acep var mıdır, bir tek lokmanı dişleri arasına alıp da çiğnerken, bundan zevk almayan! Vardır elbet! Bunlar, açlığı hiç tatmamış, hep tok gezmeye alışmış, bu sebeple de önüne gelen, neredeyse her nîmete burun kıvırmayı mârifet sanmış aptallardır! Seni hor görene yazıklar olsun! Seni çöpe gönderene yazıklar olsun!
Üzerine azıcık bal sürülünce, tatlıların hası sensin. Azıcık çemen gezdirsem, tuzluların hası oluverirsin. Seni bir yemeğin suyuna bandırmak, ne tatlı bir eğlence!.. Hele de az pişmiş yumurtanın sarısını, seninle patlatmak (Aman yâ Rabbi!) ne kadar heyecan verici! Yâhu insanın elinde sen gibi bir nîmet olur da, şikâyet edecek ne kalır?
Bayatlasan da güzelsin, tâze olsan da... Yine de, hamurunu ellerimle yoğurmak, peşinden oklava ile açıp pişirmek, sonra etrafa yayılan anlatılmaz hoş kokunu almak, apayrı bir duygu... Ah bir de, kokunu duyup gelecek olan konu komşuya, köpeğe, kuşa ikram etmek var ya seni, sanki dünyada cennet… Senin esmerin makbuldür. O hâlde, yüzün kara diye yüz çeviren olursa aldırma. O, yüzünü çevirenin kendi bilmezliğidir. Sakın dert etme.
Bu arada, kabak nasıl acep? O benim yeşil tenlim, yumuşak huylum, hamlığı pişmişliğe çabucak dönenim nasıl? Hatırlar mısın, geçenlerde onu ince ince doğramış, sacın üzerinde çevire çevire kavurmuştuk. Azıcık da tuz ekleyince, ne de leziz olmuştu. Hani yemelere kıyamamış, tadına doyamamıştık. Hele üzerine koyun yoğurdunu, yoğurdun içine de dövülmüş sarımsakları eklemiştik de ne güzel olmuştu. Bakıyorum da, ona bile burun kıvıranlar çıkıyor. “Be insan, buldun da bunuyor musun kardeşim!” diyesim geliyor, bazı diyorum, bazı susuyorum. Âh, o sizi beğenmeyen karnı toklar, ne de büyük gaflet içindeler.
Bir de tabaklarına bol bulamaç koydurup, sonra sizi tabağın dibinde garip bırakanlar var ya, eyvahlar olsun. Yemeyeceksen doldurma be mübârek! Ya yiyeceğin kadar al, ya aldığını bitir! Lâfa geldi mi, “Yandım yâ Rasûlallâh!” diye inlemesini biliyorsun. E, ya ne çeşit bir yangın ki bu, daha yemek yemeni bile O’nunkine uydurmuyorsun?
Ben, bunlara çok üzülüyorum, işte yağızım. Bir de, çeşit çeşit yemeklerle, ziyafet sofraları kurup, bunun da adını “iftar yemeği” koyanlara çok kızıyorum. İftar dediğin, gün boyu aç kalışının acısını çıkartırcasına, tıka basa yemek değildir ki!.. İftar; şişkinliğin, peşinden içilen sodayla bertaraf edildiği bir oburluk değildir ki… İftar; yemeğin saygıyla beklendiği, ölçüsüyle yendiği ve tadı kaçmadan da terk edildiği, uhrevî bir zaman dilimidir.
Sayılamayacak kadar çeşitte yemeği pişirip misafirin önüne koymak, peşinden çay ve çerez, peşinden çeşit çeşit meyve, yetmedi kahve getirmek, Allah aşkına, hangi âyette ve hadîste tavsiye ve medhedilmiştir?! Hele bir de yemedi-içmedi diye küsenler var ki, Allah uyandıra… Hiç adam, sevdiğine zulmeder mi?
Âh, be yağızım… Biz açlığı hiç tatmamışız ki, nasıl hakkıyla bilelim senin kıymetini... Allah dostlarından biri, misafirine sunduğu sofrasında, imkânları nisbetinde biraz kuru ekmek, biraz tuz, biraz da su ikram ederken, “Şükrünü edâ edebilecekseniz, buyurun, yiyin!..” diyecek kadar uyanıktı. Ya biz? Şimdi artık, yemekten bile saymıyoruz da seni, hazırlanan soğuk büfelerde, çeşit sayısı yirmiyi bulan yiyeceği sunup, yine de riyâkâr ve kendini bilmez bir tavırla, “Ay kusura bakmayın, bir şey hazırlayamadım!” diyenleri şaşkınlıkla seyrediyoruz.
Laf aramızda, elimden gelse, herkesi bir süreliğine aç bırakır, sonra da hakkında yazacakları hasret şiirlerini büyük bir neşeyle okurdum. Ayrılığı çekilmeyenin, kadri bilinmez. Yanındayken kadir-kıymet bilenin sayısı da, iki elin parmağını ya geçer, ya geçmez. Seni acıkmadan yemek, hem yiyene, hem de sana haksızlıktır.
Ha, bu arada, ne giysen yakışıyor mübârek! Neye değsen güzel oluyorsun. Hele de içine limon sıkılmış zeytinyağına bandırılınca, âh, o ne güzel tat öyle?! Ne kadar durup sertleşsen, sıcacık bir tarhana çorbasını görünce, yumuşacık oluyorsun. Ah benim canım, hakkında ileri geri konuşanları ne olur affet. Onlar seni tanımıyorlar.
Dilim dilim sofralara koyuyorlar da, sonra, iki ısırıldın diye, seni atmaya kalkıyorlar. Ben senin ısırılıp bırakılmış artığını da severim. Bir de seni yere düşmüş görüp:
“-Ay, bu kirli yenmez!” diyerek, kenarlara köşelere kaldıranlar var ki, gördükçe içim yanıyor. Yâhû, bir deprem olsa, acep deliler gibi saldırmaz mısınız o parçaya! Sayın ki, oldu. Temizleyin tozunu da yiyin.
“-Ama buralara herkes basıyor!” diyenlere de suyun varlığını hatırlatmak lâzım. Yıka suda kardeşim. Yıka, temizle. Sonra at, güzelce tavaya. İki çevir, içine de iki yumurta kır, az da tuz ek, indir ocaktan… Ilıyınca, az da zeytinyağı gezdir üzerine. Bak bakalım hiç pis bir tat gelecek mi ağzına... Tabiî ki bu kesim, gaflet içinde ekmeği yerlere atan ve üzerine basıp geçenlerden daha iyidir; ama daha da iyi olsak, zarar mı ederiz be ya!?
Hem Allah aşkına insaf edin! Siz düşseniz, biri sizi hürmetle kaldırsın mı istersiniz, yoksa basıp geçmesini mi tercih edersiniz? Siz hey! Dimdik gezerken bile, aslında ruhu yerlere, gönlü girdaplara düşmüş olanlar!
Böyle arada coşuyorum ya güzelim, sen beni hoş gör. Fiyatın ucuz diye, seni alan alana… Lâkin mesele bol bol almak değil, emâneti iyi muhafaza etmek. Seni zâyî eden, bir ihtiyaç sahibiyle bölüşmeyip çöpe gönderenin hâli ne elîm… Tepe tepe kullanılmak, sanki kaderin olmuş. Gerçi insanoğlu kendince işi sağlama aldı mı, hanımını, beyini, evlâdını, makamını, parasını da tepe tepe kullanmaya yatkındır ya, neyse... Şimdi konu dışına taşmayalım.
Sen üzülme, mis kokulum, herkese anlatacağım. Nasıl da gücendiğini, nasıl da mahzun olduğunu herkese haykıracağım. İster deli desinler, ister velî... O da umurumda değil. Ben ki ayrılığında, az da olsa akıllananlardanım; bir sürü eksiği gediğine rağmen, hiç değilse senin kıymetini az buçuk anlayanlardanım, konuşacağım. Zira senin gibi bir lokmayı zâyî etmek, seni bulamayan nicesinin hakkına girmek demektir. Sen nîmetsin; lâkin seni savurmak, felâkettir…
Âh ateşi gördü mü, güzel kokusunu temelli yayanım! Âh yanık yüzüyle bile bir başka güzel olanım! Biliyor musun, sadece seni yemekle mutlu olmayı öğrendim. Elbet yanında katık da olunca daha bir başkasın; ama bil ki, gönlümde yerin apayrı.
Daha neler neler söylemek isterim, ama uyumam lâzım. Mâlûm, yarın sensiz geçecek bir başka gün başlayacak. Öyle umuyorum ki, sensizliğinde, sana dâir keşfedeceğim yeni hikmetler olacak. Görebilmek için, merakla bakınacağım. Hiç üzülme, bu sırada durmayacak, kıymetini elimden geldiğince anlatacağım.
Bunu yapmaya herkesten çok ihtiyacım var; zira seni özlemek hayır, sana kavuşmak hayır, senin için şükretmeye çalışmak hayırdır. Üstelik ben, Allah’tan gelen her hayra muhtacım…
Mektubuma burada son veriyor, kavuşacağımız günün sevincini bile damarlarımda hissediyorum canım!
* * *
Not: Her dâim şikâyeti alışkanlık edinmiş olanlar, eğer şükredecek bir şey arıyorlarsa, bir zahmet mutfağa kadar gidip ekmek dolaplarına baksınlar. İşte nîmet orada… Hâlâ “Amaaan, o da ne ki!” derler, seni küçümserlerse, ne diyeyim, Allah sonlarını hayrede…
YORUMLAR