En çok hasret kaldığımız değerlerimizden birisi vefâkârlık. Şöyle etrafımıza bir bakalım. Karşılık beklemeden kaç kişiyi arayıp hâl ve hatırını soruyoruz. Ya da kaç kişi bizi sadece “vefâ” gösterdiği için arayıp soruyor.
Vefâ, yaratılan her canlıda olması gereken bir özellik... Ama bu, insanda olursa ayrı bir mânâ kazanıyor. Nedense sevdiklerimizi çabuk eskitiyoruz. Çok hızlı tüketiyoruz onları... Çok kıymet verdiğimiz insanları, zaman, beşerî münâsebetler, hayat şartları çabucak hâtıralarımızdan çıkarıyor.
Aslında bu böyle olmamalı… “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” derler büyüklerimiz... Bu biraz da kahve misâlinde dostlarımızın bize gösterdiği fedakârlığa karşı, içinde olmamız gereken vefâ duygusunu anlatan bir ifâde…
Vefâ, içimizde ölmemesi gereken bir duygudur. İnsan, sadece insana karşı vefâlı olmaz; eşyaya, zamana, geçmişte yaşadığı güzel hâtıralara... Aslında insan, bir mânâda vefâkâr olmakla kendisine kıymet verir. Çünkü vefâ gösterdiği müddetçe vefâ görür.
Hiç beklemediği bir anda ve hiçbir menfaat hesâbı yapmaksızın aradığımız bir dostumuz, bize ne kaybettirir, güzel duygular yaşatmaktan başka… Beklenmeden görülen bu alâka ve muhabbet, hem onu kazanmamızı, hem de vefâ diye bir özelliğe sahip olmamızı sağlar.
Sözü fazla uzatmadan, kâinâtın uğruna var edildiği, Âlemlerin Rahmeti Efendimiz’in göz yaşartan vefâ örneklerinden bir kaçını bu satırlarda ifade etmeye çalışalım.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Hatice -radıyallâhu anhâ-’ya çok derin ve farklı bir muhabbet duyuyordu. Hazret-i Hatice Annemiz, O’nun hayatında birçok ilkleri yaşadığı asil bir hanımdı. Mübârek bir eşti. En zor zamanlarında hep yanıbaşında olmuştu. Hatice Annemiz, ona bir eş olmaktan da öte bir arkadaş, bir dost, bir sığınak ve bir sırdaştı.
Peygamber Efendimizin çok sevdiği insanlar bir bir âhirete irtihâl ediyor, Yüce Allah, O’nu en yakınları ile imtihan ediyordu. Efendimiz’in daha dünyayı teşrif etmeden babasını, çok küçük yaşlarda annesini, çocuk yaşta en büyük dayanağı dedesini kaybetmesi ve yine genç sayılabilecek yaşta iken muhterem eşi Hazret-i Hatice Annemizi ve küçük yaştaki çocuklarını, meselâ daha hayatlarının baharındaki üç kızını kaybetmesi, O’nun ne çok çile çektiğinin bir göstergesi değil midir?
İşte hayatı başlı başına bir imtihan olan Efendimiz’in sergilediği vefâ misâllerinden bir tanesi:
Efendimizin genç yaşta vefât eden kızı Hazret-i Zeyneb -radıyallâhu anhâ-… Nübüvvetin gelmesinden sonra, diğer kızları gibi o da eşinden ayrılmak zorunda kalmıştı.
Rukiyye ve Ümmü Gülsüm, zaten Ebû Leheb’in şerli karısının bin türlü ezâ ve cefâsına dayanamayıp Ebû Leheb’in oğullarından ayrıldılar.
Zeyneb -radıyallâhu anha-, teyzesi Hâle’nin oğlu Ebü’l-Âs bin Rebî ile evlenmişti. Ebû’l-Âs, müşrikti. Ve henüz müslümanlığı kabul etmemişti. Zeyneb’in onca ısrarına rağmen Ebü’l-Âs, Bedir’e katılan müşriklerin safında kayınpederi Peygamber Efendimiz’e karşı savaşacaktı.
Hazret-i Zeyneb -radıyallâhu anhâ- derin bir üzüntü içindeydi. Çocuklarının babasının hâline mi üzülsün, yoksa Allâh’ın Rasulü olan babası ile kocasının hak-bâtıl mücâdelesinde karşı karşıya gelmelerine mi?
Bedir savaşı oldu ve müslümanlar gâlip geldi. Esirler arasında Hazret-i Zeyneb’in kocası Ebü’l-Âs bin Rebî de vardı. Hazret-i Zeyneb, babasının ve müslümanların gâlip geldiğini ve kocasının esir edildiğini öğrendi. Kocası, zengin bir adamdı. Âilesi, onun için yüksek bir fidye vermeyi düşünmüştü. Fakat Zeyneb, onun için fidye olarak maldan daha değerli bir şeyi vermeyi tercih etti. Belki biricik babasına göndereceği fidyenin hâtırasına Rasûlullah kocasını affederdi.
Bedir esirleri, Medîne’ye götürüldü. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onların durumunu uzun uzun düşündü. Sonra onlardan damadı Ebü’l-Âs bin Rebî’i ayırdı, geri kalan esirleri, ashâbı arasında dağıttı ve:
“-Esirlere iyi muâmelede bulunun!..” buyurdu.
Esirlerinin fidyeleri konusunu görüşmek üzere, Kureyş elçileri gelene kadar Ebü’l-Âs, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında kaldı. Müslümanlar yüksek meblağlarda fidyeler aldılar. Hatta Kureyş’ten bir kadından Kureyşli birisi için verilen fidyenin en yüksek miktarı isteniyor ve “dört bin dirhem” talep ediliyor, o da oğluna, kocasına veya babasına fidye olarak bu kadar parayı gönderiyordu.[1]
Zeyneb -radıyallâhu anhâ- da kocası için fidye vermek istedi. Amr bin Rebî’i elçi olarak Hazret-i Peygamber’e gönderdi. Onunla birlikte bir de kese göndermişti. Amr, kesede ne olduğunu bilmiyordu.
Ebü’l-Âs’ın kardeşi Amr geldi ve Hazret-i Peygamber’e şöyle dedi:
“-Beni, Zeyneb, kocası, yani benim kardeşim Ebü’l-Âs bin Rebî’in fidyesi için şu keseyle gönderdi.”[2]
Elbisesinin içinden bir kese çıkarıp Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e verdi. Açınca bir de ne görsünler?! İçinde Yemen’de bir belde olan Zıfâr’ın akik taşından bir gerdanlık vardı. Ebü’l-Âs için fidye olarak Hazret-i Zeyneb -radıyallâhu anhâ- bu gerdanlığı göndermişti.
Bu gerdanlığı görür görmez Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir anda yüz ifadesi değişti. Hassas kalbi, daha da duygulandı. Zira bu gerdanlığın Hazret-i Hatice’ye âit olduğunu, merhum değerli eşi Hatice’nin bir hâtırası olduğunu anladı. Mekke’de Hacûn’da Hazret-i Hatice’nin istirahat ettiği yeri ve en zor zamanlarda kendisiyle beraber katlandığı, kendisiyle beraber sabrettiği, kendisine kavminden gördüğü baskı ve eziyetlere sabretmeyi tavsiye ettiği o geçmiş günleri zihninden geçirdi.
Bu gerdanlık, Hazret-i Hatice -radıyallâhu anhâ-’nındı. Kızını, kendi kız kardeşi Hâle’nin oğlu Ebü’l-Âs ile evlendirdiği zaman, düğün günü onu kızı Zeyneb -radıyallâhu anhâ-’ya hediye etmişti.
Sahâbe -rıdvânullâhi aleyhim- bu hüzünlü tablo karşısında tevâzu göstererek başlarını öne eğdiler. Durumun haşmeti onları kendilerinden geçirmişti: Duygularla karışık, hâtıraları harekete geçiren ve gözyaşları ile dalgalanan bir sahne… Geçip giden bir sevgilinin gerdanlığını, Hazret-i Peygamber’in kızı, eşine fidye olmak üzere babasına gönderiyordu.
O, babası ve kendisi için çok değerli hâtıralarla babasının acıma duygusunu elde etmeye çabalıyordu. Geçip giden annenin gerdanlığı ile koca, baba ve damat arasında aracı olmak istediğini gerdanlık vâsıtasıyla O’na söylemeye çalışıyordu.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir müddet sustuktan sonra şöyle buyurdu:
“-Eğer onun (Hz. Zeyneb’in) esirini serbest bırakmayı ve malını da geri vermeyi uygun bulursanız, öyle yapın.”
O’nun sevgili eşi Hazret-i Hatice’ye karşı ne kadar vefâlı olduğunu anlatan bir diğer rivayet de şöyledir:
Peygamber Efendimiz’in çok sevdiği muhterem eşi, Hazret-i Âişe Annemiz anlatıyor:
“Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hanımlarından hiçbirini, Hatice’yi kıskandığım kadar kıskanmadım. Üstelik onu, (Rasûl-i Ekrem’in yanında) hiç görmedim. Ancak Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu sık sık anardı. Bir koyun kesip etini parçaladığında, çoğu zaman Hatice’nin dostlarına gönderirdi. Bazen (dayanamayıp) O’na:
“-Sanki dünyada Hatice’den başka kadın kalmadı!” derdim.
Rasûl-i Ekrem:
“-O şöyle şöyleydi.” diye özelliklerini sayar ve:
“-Çocuklarım ondan oldu.” diye eklerdi.
Yine Hz. Âişe -radıyallâhu anhâ- rivâyet ediyor:
Yaşlı bir kadın, evime gelerek Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ziyaret etti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu güler yüzle karşıladı, ona ikram etti, hatta onun için ridâsını (elbisesini) yaydı ve onu üzerine oturttu.
Kadın ayrılıp gidince Âişe -radıyallâhu anhâ- kadının kim olduğunu sordu. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-Hatice’nin zamanında o bizi ziyaret ederdi.” buyurdu.[3]
Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in Hatice -radıyallâhu anhâ-’ya vefâsını gösteren misallerden bir diğeri de şudur:
Mü’minlerin annesi Hazret-i Hatice’nin arkadaşlarından bir hanım, Medîne’de Hazret-i Peygamber’i ziyaret etti. Peygamber Efendimiz onu güzelce ağırladı, sonra şöyle buyurdu:
“-Bu kadın Hatice’nin zamanında bize gelirdi. Şüphesiz kıymet bilmek (kadirşinaslık), îmandandır.”[4]
Ayrıca ne zaman Peygamber Efendimizin Mekke’deki hayatı, orada çektiği sıkıntılar, müşriklerin kendisine karşı tutumları ve sürekli kendisine eziyet etmeleri gibi hâtıraları aklına gelse Hazret-i Hatice -radıyallâhu anhâ-’yı, onun kendi yanındaki dimdik duruşunu, kendisini gözetmesini ve cesaretlendirmesini anardı.
İşte Kâinâtın Efendisi’nin sevgili eşi Hazret-i Hatice’ye olan vefâsı... İşte, kadir-kıymet bilmenin en güzel örnekleri… İşte ölümünden sonra bile onun hâtırasını muhafaza etmek… İşte Âlemlerin Efendisi’nin kalbinde taht kurmanın bereketi…
Ve esir olan damadına karşılık ciğerpâresinin gönderdiği bir gerdanlığın O’na hatırlattığı hüzünlü duygular... Bunların hepsi Rasûlullâh Efendimiz’in Hazreti Hatice’ye olan muhabbet ve vefâsının âbidevî birer tezahürü…
Rabbim, bize O’nu sevmeyi, O’nu sevenleri sevmeyi ve O’nu hatırlatan her şeyi sevmeyi nasip etsin.
[1] bk. Sîretü İbni Hişâm, II, 316; Târîhu’t-Taberî, Hicretin sekizinci yılı olayları; İbni Sa‘d, et-Tabakatü’l-kübrâ, II, 11.
[2] bk. Sîretü İbni Hişâm, II, 317.
[3] Buhârî ve Müslim, Fedâilü Hatice.
[4] Muhammed Ali Kutub, Hatice bint Huveylid, 233.
YORUMLAR