Dört sene evvel, yine böyle sıcakların bunalttığı bir yaz günüydü. Tarihler, 12 Ağustos 2006’yı gösterirken bir güzel ablamız, sâdık bir dostumuz Vecihe Şehdâne Aksoylar Hanımefendi’yi rahmet-i Rahman’a uğurlamıştık, mekânı Cennet olsun!
O günden bu güne, nice meclislerde sık sık andığımız, çoğu zaman bir ziyarete gidip ferahlasak diyebilecek kadar aramızda hissettiğimiz bu Osmanlı Hanımefendisi’ne hasretimiz gitgide ziyâdeleşiyor.
“Onu niye özlüyoruz?” diye düşünürken, “Onu seviyoruz da o yüzden!..” demek, sanırım biraz yavan kalıyor. Hasretle hatırlananların, ömürleri ne kadar kısa olursa olsun yıllarca gönüllerde ve dillerde yaşayanların tek ortak noktaları, Allâh’ın onları sevmesi olsa gerek… İşte Allah, onları sevdiği için, kullarına da sevdiriyor. Onlar güzel bir kul olarak yaşamışlar, inşâallah yüz akıyla son nefeslerini vermişler ve vefatlarından sonra da bıraktıkları güzel ahlâk mîrasıyla bizlere rehber ve numûne olmuşlardır.
Geçenlerde bir dostumuzla beraberken merhum Vecihe Ablamızdan bahsetmiştik. Aradaki onca yaş farkına rağmen kendisinin îman heyecanı, rûhî diriliği, bizlerin seviyesine hitap etmesindeki incelikleri, o yaş farkını çoktan kapatıp bizlere candan, samimi bir abla oluvermesini dile getirmiştik. Tanıdıklarıyla öyle ölçülü münâsebetlerde bulunurdu ki, hem onların gönüllerini kazanır, hem de sevgi-saygı dengesini hiç bozmazdı. Bu konuyla alâkalı olarak aklıma, Peygamber Efendimizin ashâbından Amr bin Âs -radıyallâhu anh-’ın Mısır’da başarılı bir vâlilik yapmasının sırrı geldi. Amr bin Âs -radıyallâhu anh-’a nasıl bir siyaset izlediği sorulduğunda, o:
“-Etrafımdaki her bir insanla aramda bir ip varmış gibi düşünürüm. Bu ip gerilip kopma noktasına yaklaşınca, onu biraz gevşetirim. Gereğinden fazla gevşediğini hissettiğim anda ise, onu hemen gererim. Böylece bütün insanlarla işlerimi muvâzene içinde devam ettiririm.” demiştir.
Sanırım Vecihe ablamız da yıllar boyu, sevenleriyle münâsebetlerinde bu minval üzere hareket etmiştir. O, münâsebetlerin ne kopmasına müsaade etmiştir, ne de gevşeyip lâubâlîleşmesine…
Vecihe Ablamız, devamlı hayır öğütleyen bir anne, sırlarınızı paylaştığınız bir dost, zaman zaman latîfeleştiğiniz bir arkadaş rollerinde bulunabilen bambaşka biriydi. Vecihe Ablamız, gününün 24 saatini çok dengeli programlardı. Öyle ki, mesela sabah 9.00-10.30 saatlerini, eşini-dostunu telefonla aramaya ayırmıştı. Gerek telefon iâdelerini, gerekse ziyaret iâdelerini yeri geldikçe aksatmadan yerine getirir, aslâ ihmal etmezdi. Şehir dışına çıkarken “Allâh’a ısmarladık” telefonlarına, döndüğünüzde “Hoş geldiniz” iâdesi, çocuklarınızın karne günlerinde sonucu öğrenme ve tebrik etme gibi vesîlelerle açtığı telefonlar, hep gönül almak içindi. Ziyaretine gittiği şahıslara, kendilerine hitap eden özenle paketlenmiş hediyelerini de yanında götürmeyi unutmazdı. Küçüklere çikolata, talebe ve ilimle uğraşanlara kalem, not defteri, genç kızlara çeyizlik eşya gibi muhtelif hediyeler, bunlardan sadece bazıları... Düğün, sünnet, doğum tebrikleri için verdikleri hediyenin yanına kendilerine özel cümlelerle duâ ve temennî ihtivâ eden küçük notlar iliştirirdi. Aslında bunlar küçük şeyler gibi görünse de 78 yaşında hayatını tek başına sürdüren bir hanımefendi için oldukça zahmetli, vakit ve güç isteyen işlerdi. Özellikle meşguliyetlerimizin çokluğu için kullandığımız “Çok yoğunum!” ifadesini sıklıkla tekrarlayan biz zamâne gençlerine de bir ibret oluyordu.
Vecihe Ablamız, bir ömür, kendi ihtiyacını kendileri karşıladıkları gibi 4 yılı aşkın, yatak hastası olan kız kardeşine de severek bizzat kendisi hizmet etmişti. Daima işlerini kendisi yapar, yük olmaktan, ihtiyacını arz etmeyi gerektirecek her şeyden çok sakınırdı. Gittikleri kalabalık meclislerde, aşırı ihtimam gösterilmesinden de rahatsız olurdu. Büyük kalabalıkların olduğu bir sohbet meclisindeki şu zekî ve ince düşünüşünden çok etkilenmiştim. Çıkışta herkes ayakkabılarını arama telaşına düşerken, kendileri daha önceden ayakkabılarının içine “Vecihe” yazılı bir etiket yapıştırdığından hem kendini, hem de ev sahibini zor duruma düşürmemişti.
Vecihe Ablamızın bir de kıssa anlatması yok muydu?!.. Kendi özel üslubuyla anlattığı kıssalara doyamazdık! Özellikle Osmanlı tarihinden vezirlerin, paşaların ve padişahların kahramanları olduğu yaşanmış hayat hikâyelerini dinlerken kendimizi o dönemlerde hissederdik. O kıssalardan bir tanesini sizlerle paylaşmak isterim.
Vermeyince Mâbud Neylesin Mahmud
Sultan Mahmud, bir kış günü, tebdîl-i kıyafet şehri gezerken; sokak başında dilenen fakirin hâlini görünce üzülür. Saraya geldiklerinde nedîmine hitâben bir tepsi baklava hazırlanmasını ve tepsinin dibine de altın döşenerek o fakire ulaştırılmasını emreder.
Saray vazifelisi, elinde tepsiyle akşam vakti fakirin evine gelir, tepsiyi kendisine teslim eder. Yalnız aynı sokakta küçücük dükkânı olan açıkgöz bir aşçı, saraydan gelen adamı takip ederek bu durumu sezer. Saray vazifelisinin mezkûr mahalden uzaklaşmasıyla aşçı, fakirin yanına yaklaşarak bir mecidiye karşılığında o baklava tepsisini kendisine vermesini ister.
Alacağı parayla uzun süre evinin masrafını karşılayabileceğini düşünen dilenci, teklifi sevinçle kabul eder. Bu durum Sultan Mahmud’a bir şekilde haber verilir. Durumdan haberdar olan padişah, çok üzülür. Sultan Mahmud, şu fakire bir kez daha hak tanıyalım diyerek fakiri saraya getirtir. Eline bir kürek verilmesini ve hazineye götürülmesini emreder. Ve sultan, hazine görevlilerine:
“-Bir defaya mahsus, o küreği hazineye saplasın, ne kadar altın dolarsa hepsi onun olsun!..” emrini verir.
Görevliler, fakiri çağırırlar. Eline bir kürek verirler. Fakir küreği hazineye saplar, ama yanlışlıkla küreği ters sapladığından, küreğin üzerinde kalan 3-5 altın da, kürek dışarı çekilince düşer. Ve kürek bomboş olarak kalır.
Sultan Mahmud:
“-Gerçekten tâlihsiz bir adammış, son defa ikram edeyim bakalım, belki bu sefer tâlihi güler garibin!..” der.
“-Bu kez eline mâdenî bir top/gülle verin, çarşının Mahmud Paşa kapısının önünde dursun, elindeki topu ne kadar uzağa fırlatabilirse iki taraflı dükkânlar onun olacak!..” vaadinde bulunur.
Padişahın emri yerine getirilir. Fakirin heyecanlanmamasını söylerler. Eline verdikleri topu bir-iki kez çevirerek bütün gücü ile atar. Ancak gülleyi ileriye atacak yerde yukarı fırlattığından, gülle garibin başına düşer ve oracıkta rûhunu teslim eder. Durum, sultana iletildiğinde çok üzülür ve şöyle söylenir:
“Vermeyince Mâbud, neylesin Mahmud!..”
* * *
Rûhun şâd, mekânın Cennet-i Âlâ, yüce melekler hizmetçin olsun Vecîhe Abla!
YORUMLAR