Kara, diye tanımlanan günlerin güzel olması,
Dostlar, demet gibi tek bir yere toplandığındandır.
Gülümseme görürseniz, cenâzemin gül yüzünde,
Bilin ki, dostlar eliyle, Yâr’e yol aldığımdandır...
Sanırım özledim… Belki de o beni anıyor da, farkında değilim. Yahut belki gelecek, vakit yaklaştı da, hazırlık yapıyordur kendince, ne bileyim… Ölüme dâir sizinle paylaşacaklarımı yadırgarsanız, elimden bir şey gelmez. Zira herkes olanı bölüşür ve ben de ancak çıkınımdakinden ikram edeceğim. Peşin peşin şu kadarını söyleyeyim: Ölümü yâd edişlerimde pek keder, korku ve endişe bulunmaz. Bu hususta genellikle huzur, sevinç ve ümittir nasîbim. O hâlde, hayrı, laf kalabalığı ederek geciktirmeyeyim de, sadede geleyim:
Ölüm bahsine, ölüleri sevdiğimi söyleyerek başlamalıyım. Yok yok, kalbi ölülerden bahsetmiyorum. Varlıklarından soyunup kalmış, beden kafesinden kurtulup, can ummânına dalmış olanlardır murâdım. Öldükleri vakit, yeni doğmuş bir bebek kadar mâsum ve çaresiz, üstelik teslim ve sessiz uzanırlar önünüze… Altından, gümüşten arınmış ve artık, dünyevî her türlü hırstan âzad olmuşlardır. Elleri kolları tutmaz, ayakları gitmez, dilleri konuşmaz, gözleri açılmaz… Kendilerine âit ne kadar söz varsa hepsinden susarlar.
Ölüleri severim, çünkü dedikodu etmez, kimseyle çekişmezler. Tamahkârlık, bencillik, cimrilik yapmazlar. Kimsenin günahını almaz, kimsenin hâline bakmazlar. Kendi dertlerine düşmüşlerdir onlar… Bu sebeple, kimseye bir zararları dokunmaz. Kendi hâlleriyle o kadar meşguldürler ki, başkalarının hâlini kınamaya ya da yüceltmeye vakitleri olmaz.
Ah nasıl sevmem ki ölüleri? Onların haberi gelince, insanın kalbine bir sızı çöker. Geride kalanların gözlerine rahmet kondururlar. Ne edilse râzıdır ölüler... İtiraz, isyan, küfür ve kabalık etmezler. Önceki hâlleri ne olursa olsun, öldükten sonra artık, geri dönmezler. Sahtekârlık yapmazlar. Sadece ayakları değil, bütün varlıkları toprağa basmıştır. İşte bu yüzden sağlam dururlar. Sohbetleri hâl iledir. Üstelik hüzün kokusu yayarlar etrafa, bedenleri canlarından ayrı düştüğünden midir nedir?!
Onların kimi bebek yaştadır. Kimi çocuk, genç ya da yetişkin... Kimi düşkün ihtiyardır. Bazısı kapıcı, bazısı ağadır. Hatta kimi köle, kimi sultandır ya, aralarında ne sınıf kavgası, ne rütbe yarışması, ne aşağılayan bakışlar söz konusu olur. Hiç siz “güzelim” diye kibirlenen bir ölü gördünüz mü? Ya “fakirim” diye sızlananını? Ben de görmedim…
Tabiî ölü dedimse, ille de kefene sarılmış değil… Onların kimisi dünyadadır yürür, kimisi kabirde yatar bürünür. “Ölünün, tabuta girmişini halk, gurbette kalmışını Hak yürütür.” Bu mühim ayrıntıyı da dile getirdikten sonra, “ölmek” ile ilgili diyeceklerime geçeyim:
Gerçi ölüm döşeğinde değilim. Her zamanki ufak-tefek sağlık dertlerim dışında ağır geçen bir rahatsızlığım da yok. Ne elime baston aldım, ne protez taktım. Şekerim yükselmez, kalbim teklemez, tansiyonum bile çıkmaz. Tamam, başım sık sık ağrır, ama o fazla düşünmekten... Sol yanımın da bir acısı vardır, ama onun sebebi de başka… Anlayacağınız, ölmek için çok ciddî bir fizyolojik gerekçem yok. Ama hepiniz bilirsiniz ki, ecelin, gerekçe göstermeden de gelebilmek gibi bir özelliği vardır. Bu yönüyle, samimi bir dosta benzetirim onu... Hani, sadece çok candan bir dostunuz, randevu almak gibi bir resmîlikten muâftır da, evinize çat kapı gelir ya, onun gibi… Zaten, hakkında ne hissedilirse hissedilsin; sükûnetle bekleyene de, korkuyla kaçana da, vakti dolduğunda gelir. Hem, her ne kadar ciddî bir gerekçem yoksa da, başımdaki haberciler sürekli çoğalmada... Onlar, her geçen gün sayısı artmaya devam eden beyaz saçlarımdır.
Gerçi, yaş otuz beş… Ve bu yaş, “yolun yarısı olmak” gibi bir üne sahip, ama hiç belli olmaz. Eğer sevgili babaanneme, simâmın benzediği kadar benzerse ölüm yaşım, benim için bu, yolun sonu demektir. O mübârek (ki hemen şimdi, rûhuna Fâtihalar okumanızı arzu ederim) kar-boran bir kış gününde, misafirlerine su getirebilmek için dışarı çıkmış ve suyu çekerken, ayağı kayıp kuyuya düşerek vefat etmiş. Rahmet üzerinde dâim olsun, gittiğinde yaşı otuz beşmiş. Dedeciğim, hayretle yüzüme bakıp:
“–Allah Allah! Ne kadar da benziyor. Yaşı benzemesin!” derdi hep.
Sırf o öyle derdi diye, gizli gizli otuz beş yaşımı beklemişimdir. Hani bir ümit, olur ya, benzerse diye… Ümit deyişimi hoşgörün, çünkü ölümü hasretle beklemeyi, sırf “bekledikçe temelli naza çekiyor” diye, “bırakmış gibi” yaptım. Hani belki, beklemezsem daha çabuk gelir diye… Ama zaten, bizim köyün pir-i fânisi Gülizar halanın ettiği duâ kabul görür de, tâ doksanıma kadar yaşayacak olursam, yolun daha başlarındayım… Hâsılı, ününe pek aldanmamak gerek, otuz beş yaş, yolun neresidir, bilinmez…
Gönlümden geçen şudur: Her samimi Müslüman’ın, ölüp dinlenmeye hakkı vardır. Ölüm, dünya hayatı boyunca yorgunluk çeken müminlerin, en tabiî hakkıdır... Fakat canı teslim almak, Hakk’a âittir. Dolayısıyla kimsenin kendini öldürme yetkisi olamaz, zira kimse, doğacağı zamana da kendisi karar vermemiştir. Öyleyse, verenin almasını beklemek, bekleyebilmek gerekir. Ölüm zaten, her hâlükârda gelecektir. Öyleyse bize düşen, o vakit çatıncaya dek sabırla, iyilikle ve aşkla yaşamaktır.
İnsana, vaktinin sınırlı olduğunu va’z edip duran ölümün hak ve gerçek olduğunu duyan biri, tembellik, kötülük ve ihmalkârlık edemez. Böyle biri için dünya sıkıntılarına dayanmak, yola çıkmış bir âşığın sırf, “sonunda sevgilime kavuşacağım” ümidiyle, günler süren sıkıntılı bir yolculuğa katlanması gibidir. Dünyada güzellik adına ne varsa, hakikisi ve ebedîsi ölümle başlayacaktır. Cilveye bakın ki, o ancak dilediği vakitte gelir. Bu, güzelin nazlı tarafı… Bir de, ne vakit geleceğini kimse bilmez ki, bu da işin sürprizli yanı. Elbet esrarlı, heybetli, gizemli bir havası da vardır, ama bu ölümü sadece daha da güzelleştirir.
Ölüm, bir aşkın meyvesi olarak sonsuzluğa doğmaktır. Mâşuk al deyince, âşık emre itaat eder ve hiç tereddüt etmeden, gurbetten vatana taşır canı... Geride kalanların acıklı feryatlarına hiç aldırış etmeksizin, Mâşuk emrettiği için alır. Zaten, “öyle sebepler yaratacağım ki, kimse senden bilmeyecek” buyurmuştur Mâşuk. “İtaatinin karşılığı olarak seni, sebeplerle gizleyeceğim. Birileri:
“–Nasıl oldu?” diye sorduğunda, çeşitli cevaplar verecek insanlar; trafik kazasından, kalp krizinden, tansiyondan, şekerden, üzüntüden, kanserden, veremden, depremden, selden… Daha pek çok başka şeyden bahsedecek herkes. Sana kimse kızmayacak. Kimse sana kahırlanmayacak. Seni gizleyeceğim…” demiştir.
Gerçi zaten, o da birilerinin ne diyeceğini umursamaz. Büyüktür. Güzeldir. Melektir. Rabbine pek sâdıktır ve teslim hâlindedir. Adı Azrâil’dir. İşte bu sebepten, siz deyin mutî, ben diyeyim âşık… Bundan işte, vakti hiç şaşmaz ölümün... Çünkü seven, sevdiğinin emrini bir ân bile sektirmez. O hâlde, herkese nasıl gelmişse, bana da öyle gelecektir.
Ölüm, aslına dönmektir. Gurbet imtihanının bittiği, yurda dönüşün başladığı demdir. Hiçbir insan, vatanına gideceğini düşünüp kederlenir mi? Yıllardır derdini, yükünü, gamını çektiği bir gurbet diyarından, gönüldaşının, cancağızının yanına gidecek olur da, üzülür mü insan? Hayatı anlamlı ve yaşanılır kılan en güçlü duygu, “geldiğim yere dönme ümidi”dir zaten… Ne güzel, ne mutlu ki, öleceğim! Üstelik “ardımda kaldı” diye dertleneceğim bir varlığım yok buralarda... Hem, toprakla da aram iyi... Ona karışınca beden dinlenir. Hayattayken bile üzerimdeki elektriği alır da, ölünce ne garezi var ki, beni bunaltsın toprak? Evet, kabre her gireni sıktığından bahsedilir, ama onun da elbet (yıllarca kusurları, günahları, zaafları ile üzerinde gezip durmuş birini) bu kadarcık sıkmaya hakkı vardır. Lâf aramızda “toprağın bu tavrında, kavuşma heyecanı var” diye düşünüyorum. Sanki ben onu bu kadar özlerken, o bana hiç mi hasret değildir? Üstelik, kurtla böcekle de hoşum. Herkes rızkını yer. Allah bedenimi, o güçsüzlere yem etmek dilerse, bana lâf mı düşer? Ya da tam tersi, kimselere yedirmeyecek olsa, o vakit börtü böceğin, başka yerde yemek aramaktan gayrı yolu mu kalır? Böcek dedikleri de nihayetinde, Allâh’ın alnından tutup denetlediği bir canlıdan başka nedir?
Belki, “cesarete bak, hazır demek ki, konuşuyor mübârek” diyeceksiniz. Yok be yâhû… Mesele hazır olmak değil… Zaten, ölüme hakkıyla hazırlanabilmek var mı ki? Muhtemelen azıksız, eli boş, sadece mahzun ve mahcup bir yüz götüreceğim. Kendime bakınca, bugün, on yıl önceye göre sanki her yanım daha bir paslı, kirli… E beterin de beteri var ya hani... “Daha beter olmadan, kestirmeden gidiversem, fena mı olur?” düşüncesi benimki... Güvenecek bir yolluğum, orada beni sağlama alacak bir sermayem yok. E bu gidişten az buçuk, geleceğim de belli gibi… Hem yarın, neler olacağı meçhul, hem de toprağın altı, üstünden daha güvenli sanki... Orada kimse haksızlığa uğramaz. Orada kimseye iftira edilmez. Ölen kişinin artık, yeni ve daha büyük bir günaha girme ihtimali de kalmaz. Yaşayan için böyle mi? Toprağın altında, sadece Hakk’a hesap verirsin. Oysa üstünde öyle mi? Öte yandan, çok durup tadı kaçmaktansa, az durup tadı damakta kalmak daha iyi değil mi?
Rızâ ile isyan arasında gidip gidip gelmeler, teslimiyet taklidi yapmalar, kulluk denilen rolün provalarına çıkmalar ile geçen bir ömrün ardından, ilk defa katıksız ve tastamam teslim oluşumdur ölmem... Kendimden hepten kurtuluşumdur. Beden kafesinden uçuşum, Cânân’a kesin dönüşüm ve şüphesiz, cümbüşümdür.
Elim ayağım, dilim, dudağım, gözüm, kulağım durur. Durur dünyam. Tavâfım da sona erer ilk kez… Ve o vakit, işte, her şeyimle ben, tam bir âciz olur, O’nun karşısında kalakalırım. İşte ilk kez ölümle, isyana, israfa, günaha, zaafa düşmem biter. İlk kez ölümle son bulur, pot kırışlarım. İlk kez ölümle son bulur, hak yüklenişlerim.
Nasıl güzel olmaz ki ölüm? Bir kere toprak kokusu gelir ondan. Toprak temizler, büyütür. Bir tohum düşer gibi düştüğümde toprağa, işte ilk kez o zaman büyümeye başlarım. Çünkü daha gürbüz, daha şen, daha güçlü uzanır göğe o vakit dallarım… İnsanlar sustum zanneder, ama ilk kez o kadar etkili konuşurum. Sessiz sohbetlerim başlar. Sessiz olduğu için, hatadan ve sürçmeden uzak dersler veririm belki de ilk kez…
Benden haz etmeyenler bile, ölüm haberimle buruklaşır biraz. Ama sevenlerimin içi yanar da:
“–Sensiz yaşayamam!” diye ağlaşırlar. Gerçi, siz bakmayın onların öyle dediklerine. Onlar benden sonra da yaşarlar. Böyle söylemelerindeki mânâ şudur: “Sensiz yaşamayız, senden sonra da seninle yaşamaya devam ederiz…”
* * *
Tam burada müsâadenizle, gökten bir istirhâmım olacak: Öldüğüm gün, gürle ey gök!.. Bunu, sırf “âdet yerini bulsun” yahut “konuşacak malzeme olsun” diye gelecek olanlar seni duysun da yola çıkamasınlar diye istiyorum. Onlar evlerinde tıkılıp kaldıktan ve cenâzeme yetişme ihtimalleri de kaybolduktan sonra, lütfen yağ… Ama dolu dolu yağ ki, o samimiyetsiz, sevgisiz, ikiyüzlü kimseler, seni bahane etsinler, “Hava çok kötüydü.” desinler de, gelmesinler son duâma... Hiçbirinden bir alacağım yok, hepsine hakkım helâldir ve her biri için sadece hayır dilerim. Ama yıllardır zaten bıkmışım, yüzüme gülüp ardımdan dedikodu edenlerden, bari cenazem böyle kimselerden uzak olsun.
Her şeye rağmen gelecek olanlar, sevenlerdir. Dolu dolu yağ ki, sadece onlarla baş başa kalayım, onların içli bakışları ve ayrılmaktan ötürü yanan gönülleri eşliğinde çıkayım son yolculuğuma. Sadece sevenlerimle olayım. Belki, “Ee, onlara yazık değil mi?” diyeceksin. Yok, değil. Onlar, ömrüm boyunca benden yana hiç zahmet çekmediler ki... Her hâlimi zaten rahmet bildiler. Halbuki ben öyle pek çekilecek biri de değildim. Dili sivri, bakışı kederli, çatışı sert, varlığı da, yokluğu da dert biriydim. Fakat buna rağmen bana hep gülümsediler. Hâllerimi hayra yorup, hakkımda hüsn-i zan ettiler. Onlar, benim en sert fırtınalarıma dayanmış kavî kimselerdir, senin iki dolun onlara dokunmaz. Benim hâllerimi nasıl hayra yormuşlarsa, seni de işte öylece hayra yoracak, “Ah, canımız gitti diye, gök bile ağlıyor.” diyeceklerdir. Onlar ne gürültünü, ne de toprağı çamur edişini umursamazlar. Gözlerinde zahmet değil, rahmetsindir, rahat ol… Yağ, Allah aşkına! Cenâzemde yağmur yağmur, hayır yetmez, dolu dolu ol!..
* * *
Ölüm denince hep böyle, “ıslak toprak” kokulu bir bahar gelir aklıma… Hep, bol yağmurlu bir cenâze hayâl ederim, kendim için... Birkaç bin kişiye bedel, birkaç samimi dost gelse yeğdir, derim. Allâh’ın görünmeyen kulları ve nice başka misafir de şüphesiz, onlarla birlikte cenâzemde hazır bulunacaklardır. Bu güzel cemaatin başında Efendim… Mesela diyorum, nazlı birkaç kuş sesi eşliğinde, tüm o misafirlerin ve sevgili dostların önünde Efendim dursa, namazımı o kıldırsa… Hayâl bu ya, gözleri sevgiyle sulanıp, dese ki içinden:
“–Yağmur kızım, dolu kızım, özleyeceğim seni…”
Sonra, sırf o öyle dedi diye, Allah rahmetini bereketlendirip, beni umduğumun da ötesinde bir ikramla karşılasa…
Ne vakit tefekkür etsem ölümü, şu anlattıklarımdır payıma düşen… İşte bunun için, yüzüme tebessüm konuyor, sıramı beklerken... Bazen Nurdan’ların, Cihat’ların gittiğini haber alınca, onlar adına sevinip kendi adıma kahırlandığım, önden gidenlere imrenip, huysuz çocuklar gibi ağladığım olmuyor değil, ama ne yapayım, o da benim zaafım…
Zaten canım, işte geldik gidiyoruz, şunun şurasında son durağa kaç kaldı. “Doğacaktır sana va’d ettiği günler Hakk’ın... Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın” dediği gibi merhum Ersoy’un, eli mahkûm, ecel illâ gelecek!..
O vakte dek, hadi, ölmeden önce ölmeye devam! Ha gayret! Yâ sabır! Yâ rızâ! Gün olur devran döner, bize de okunur elbet içli, yanık bir Fâtihâ!..
YORUMLAR