“ve Nestehdîk”

Faziletler, fıtrata yerleştirilmiş iyilik tohumlarıdır. Mevsimi geldiğinde çiçek açacak yümünlü bir meyvedir fazilet. Bedelsiz verilmiştir insana. Hak Teâlâ’nın “El-Mecîd” ism-i şerîfinin tecellisidir; Cenâb-ı Hak verir, atâdır… Faziletli olmanın herhangi bir karşılık, bedel ve menfaat beklentisi de yoktur. Yeri geldiğinde kendiliğinden tebârüz eder. Mutantan tebriklere ne hâcet, zaten faziletin vücûdu ve zuhûru berekettir!

Bilirsiniz o hikâyeyi, hani bir evlât babasını dağ başında bırakıp dönerken kendi oğlu:

“-Yaşlandığın zaman ben de seni buraya getireceğim öyle mi?” diye sorar, baba hatasını anlayıp geri döner. (Ne de olsa ilkokul kitaplarımızdaki “Tahta Kaşıklar” yazısını defalarca okumuş anlatmıştık. Anlıyor ve başımızı sallıyorduk tasdik ile.)

Bu öykünün, kıssa hâli de vardır, başka hâlleri de. Birinde dağa götürülür dede, birinde huzur evine. Evirilip çevrilip uzun uzun anlatılıyor, yeni baştan, tekrar tekrar yazılıyor bu olay. Tolstoy’un “Halk İçin Hikâyeler” kitabında da bir türüne rastladım, Hristiyan dünyasının bir motifi olarak…

Neden? Ana-babaya yaşlılıklarında kol-kanat germek mevzu-bahis olunca neden menfaat üzerinden öğüt veriyoruz? “Fazilet” dediğimiz lütuf sâridir, karşılıksız vermektir. Minnet duyarak vermek, şükranla vermek, teşekkürle sunmak üzerinden açsak konuyu, böyle öğretsek… Kur’ân bize işte tam da bu perspektiften sesleniyor:

“Ve Rabbin kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi ve ana-babaya iyilik etmeyi emretti. Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa erişirse sakın onlara “öf” bile deme, onları azarlama ve onlara güzel söz söyle. Hem onlara merhametinden alçak gönüllülük kanadını indir ve de ki: «Rabbim, onlar beni küçükken nasıl (merhametle) yetiştirdilerse Sen de onlara öyle merhamet eyle!»” (İsrâ Sûresi, 23–24)

“-Ben çocuklarıma merhamet ediyorum, çocuklarıma da bana karşı merhamet ver.” dememizi istemiyor, bunu tavsiye etmiyor, bunu öğretmiyor.

Üstelik olayın bir de şu yönü var:

Yaşlılığın bir yalnızlık ve yaprak dökümü olduğunu düşünürsek, bizi anlayacak insanlarla yaşamayı tercih ederek kendi arzumuzla huzur evlerine gideceğimiz günler yakınken bir çocuğa bu yolla eğitim vermek ne derece doğrudur? Çocukken eğilen başlar hayır demeyi öğrendiğinde:

“-Ben yaşlanınca gençlerin arasında kalmaktan hoşlanmam zaten, arkadaşlarımın, aynı kelimelerle konuştuğum insanların arasında olmak isterim.” derse… Ki diyorlar.

“Cancağızım, şimdi yeni şeyler söylemek lâzım.”

Öyleyse gelin faziletten söz edelim. Çocuklara iyi insan olmayı öğretmek için, sahi böyle bir gayretimiz var mı, fazilet sâikimiz olsun. Erzel-i ömürde, ortalık yerde, perişan ve sahipsiz kalmanın dışında, bir fert yetiştirme şuuru adına gözönünde bulundurduğumuz değerler olsun. (Mevzûya, iki kişi, anne-baba olarak değil, toplum açısından bakıyorum.) İnsanlar var, çocuğunu en iyi okullarda okutuyor, en iyi ortamları hazırlıyor ona. Yine de ortaya çıkan, arzu edilen insan olmayabiliyor. Öte yanda, kimsesi olmayan Çocuk Esirgeme Yurdu çocuklarının, şurda burda boyacılık ya da tartıcılık yapan, kâğıt mendil satan çocukların merhametli, içten, masum, bir filiz kadar narin, ama bir o kadar güçlü duruşları… Bir yanlarının yıkık dökük olmasına mukâbil derinden derine işleyen “terbiye-yi Rabbânî” şekil veriyor şahsiyetlerine. Ah el uzatabilsek; uzatacak elimiz, anlayacak yüreğimiz olsa!

“Atma garip anam beni dağlar ardına”

Pek çok ailenin fertlerini birbirine bağlayan sebepler pamuk ipliği âdeta. Ne doyasıya sevebiliyorlar, ne öfkeleri nefsâniyetlerini aşabiliyor; ne anlayabiliyorlar, ne de susmayı becerebiliyorlar. Kahır, dermanlarını kesene kadar başka aileleri, başka ortamları göz önünde tutuyorlar, gözetliyorlar. Şımarıkça ve avamca seviyorlar. Kızınca şeytanı sevindiriyor, yakıp yıkıyorlar. Dengesizlik sarsıyor evlerimizi. Dökülüyor çocuklarımız yollara, caddelere, sokaklara. Çekip almak için kuvvet, mâni olmak için kudret yok ellerimizde, yüreklerimizde. Aile “aile”, evlerimiz “yuva” olmadığı için “kimsesiz” çocuklarımız. Bir kimseleri olsa da kimsesiz, olmasa da… Ne soylu çınarlar gibi babalar, ne berrak pınarlar gibi anneler! Fazilet çoktan “dağlara düşmüş.” Annesi Asiye’yi bir bağ pırasaya vermiş, babası çifter çifter kurban kesmiş…

“Allah’ım, asîl erkeklerin ve zarif kadınların soyundan süzülerek gelen Efendimiz Muhammed’e salât eyle!”

Esâsen “Ne ekersen onu biçersin.” sözü sanki ebeveyn için söylenmiştir; farkında olarak ya da olmayarak, evlâdına ne vermişsen onu alırsın. Harcanılan emek ve sarf edilen gayret ölçüsünde oluyor harmanda mahsul. Ağaç yaşken eğilir, köprü olacaksa yaşlılık ırmağından ecel sahiline. 

Yeniden Allah Rasûlü’nün mektebine kaydolup, dizinin dibine, rahlesinin önüne oturmaktan gayri nedir çare dostlar? Yeniden kadın, annelik vasfının erdemlerine hâiz olmadıkça nerdedir çıkış bu Ergenekon’dan erenler?

“Kimseler yanmasın anam yansın derdime”

Bizi Mûsa peygamberin cennet komşusu olan o zâtı anlatarak eğitin, annesine bir bebek gibi bakan. Bize İsmail peygamberin babasına teslimiyetini örnek göstererek eğitim verin. Karenli Üveys’in annesine ittibâsını anlatın.

Tamam, ama siz de karşımızda Âdem peygamber gibi durun. İbrahim peygamber gibi durun. Hazret-i Muhammed -aleyhisselâm- gibi durun. Maddî hayatlarımızın sebebi olurken manevî hayatlarımızın kara delikleri olmasın varlığınız.

Sadece Asr-ı Saâdet’te görünüp sonra yitip gitmiş “baba” motifi gergef gergef işlenmeli ki ruhlara, bir bayram sabahı, kimsesiz çocuğa söylenen o mübârek söz yankılansın bizim aramızda da:

“-Âişe annen, Hasan ile Hüseyin kardeşlerin, ben de baban olsam ne dersin?”

Müşfik Peygamberimiz bizim canımız… Ne denli muhtacız rûhâniyetine, ailecek, çoluk çocuk! Ne eskilerin uzak babaları, ne modernitenin bencil babaları; bize yeni ama illâki senin kumaşından, senin modelinden babalar gerekiyor; “Kardeşlerim” demen için sana ait olmamız lazım, Senin mânevî soyuna dâhil olmalıyız önce.

“Medet yâ Muhammed Mustafa, dahîlek ya Rasulallâh!”

            (Kastını aşan ifadelerim için afvımı talep ediyorum, imzâ yerine…)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle