Vasiyet

VASİYET

 

Sözlükte, “bitiştirmek, bağlamak; tavsiye etmek” mânâlarındaki “vasiyet”, fıkıhta kişinin, malını ölüm sonrasına bağlayarak bir şahsa veya hayır kurumuna bağış yoluyla temlik etmesini (mülkü devretmesini) ifade eder. Vasiyetin kaydedildiği belgeye de “vasiyetnâme” adı verilir.

Bütün toplumlarda ve hukuk sistemlerinde görülen bir hukûkî faaliyet türünü belirten vasiyet, mülkiyet hakkının kaybedildiği bir zamana bağlı şekilde malda yapılan tasarruf olması açısından genel prensiplerde bir istisna teşkil eder. Çünkü insan, sadece sahip olduğu zamanda kendi malı üzerinde tasarruf etme hakkına sahiptir. Ancak tasarrufun başlangıç ânı yönünden kişinin hayatta iken kendi malında serbestçe tasarrufta bulunmasına benzediği ve mülkiyet hakkının tabiî bir neticesi görüldüğü içindir ki, hemen her hukuk düzeninde vasiyetin meşrûluğu kabul edilmiş, getirilen bazı sınırlamalarla fertlerin temel haklarının ve kamu düzeninin korunması hedeflenmiştir.

Aynı şekilde İslâm’da da insanların dünyevî ve uhrevî ihtiyaçları gözetilerek vasiyet hakkı tanınmış, ayrıca birtakım kurallar konularak yakınların ve üçüncü şahısların haklarının korunması, kamu düzeninin sağlanması, hak ve sorumluluklar arasında denge kurulması hedeflenmiştir.

 

Vasiyetin Çeşitleri

Şer‘î hükmü bakımından vasiyet beş kısma ayrılır:

Vâcip Olan Vasiyet: Zimmetinde bizzat îfâ etmekten âciz olduğu borç veya iâde edilmesi gereken emânet (vedîa) gibi “kul hakları” bulunan kimselerin, alacaklıların ispata yarayacak delilleri yoksa, bu borcun îfâsı için vasiyette bulunmalarıdır. Aynı şekilde hac, zekât, fidye, kefâret ve nezir gibi yerine getirilememiş “Allah hakları” için de vasiyet böyledir.

Mendub Vasiyet: Sevap kazanmak maksadıyla mirasçı olamayan yoksul akrabaya veya hayır yollarına vasiyettir.

Mübah Vasiyet: Sevap kazanma kasdı olmaksızın, varlıklı insanlara yapılan vasiyetlerdir. Mübah bir vasiyet, dînen övülen bir maksattan dolayı ve sevap kazanmak niyetiyle yapılırsa, mendub vasiyete dönüşür.

Mekruh Vasiyet: Malı, mekruh işlerde kullanacağı bilinen kişilere yapılan vasiyettir. Yine malı az, mirasçıları fakir olan kimselerin yapacağı vasiyetler de mekruhtur.

Haram Vasiyet: Dînen haram sayılan işlere harcanmak üzere veya mirasçılara zarar vermek kastıyla yapılan vasiyetlerdir.

Câiz sayılmayan bir iş için vasiyette bulunmak câiz olmadığı gibi böyle vasiyetlerin yerine getirilmesi de câiz değildir.

İslâm’a göre vasiyetin meşrû olması hâlinde, yerine getirilmesi önemli bir vecîbedir. Vasiyetin yerine getirilmesi için ilk olarak vefat eden kişinin kalan malı ile techîz ve tekfîn faaliyetlerinin yapılması (kefenlenip defnedilmesi) gerekmektedir.

Vefat eden kişinin techîz ve tekfininden sonra, kalan malı ile, varsa borçlarının ödenmesi gerekmektedir.

Borçların ödenmesinden sonra, kalan malın “üçte biri” ile, ölen kimsenin vasiyetleri yerine getirilir; geri kalanı ise vârislerine taksim edilir. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Allah, amellerinize eklenmek üzere -hayatta iken yaptığınız iyilikler dışında, hayırda bulunabilmeniz için- vefatınız sırasında mallarınızın üçte biri üzerinde size tasarruf yetkisi vermiştir.” (İbn-i Mâce, Vesâyâ, 5)

Cennet’le müjdelenen on sahâbîden biri olan Sa‘d bin Ebî Vakkâs -radıyallâhu anh- şöyle nakletmiştir:

“Vedâ Haccı yılında (Mekke’de) yakalandığım şiddetli bir hastalık esnasında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ziyaretime geldi. O’na:

«–Yâ Rasûlâllah! Gördüğün gibi çok rahatsızım. Ben zengin bir adamım. Bir kızımdan başka mîrasçım da yok. Malımın üçte ikisini sadaka olarak dağıtayım mı?» diye sordum.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Hayır!» dedi.

«–Yarısını dağıtayım mı?» dedim. Yine:

«–Hayır!» dedi.

«–Ya üçte birine ne buyurursun, yâ Rasûlâllah?» diye sordum.

«–Üçte birini dağıt! Hattâ o bile çok!.. Mîrasçılarını zengin bırakman, onları muhtaç bırakıp da halka avuç açtırmaktan hayırlıdır. Allah rızâsını düşünerek yaptığın harcamalara, hattâ yemek yerken eşinin ağzına verdiğin lokmalara varıncaya kadar hepsinin mükâfatını alacaksın.» buyurdu. (Buhârî, Cenâiz 36, Vesâyâ 2, Nefekāt 1, Merdâ 16, Deavât 43, Ferâiz 6; Müslim, Vasıyyet, 5)

* * *

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vasiyetin önemine binâen şöyle buyurmuştur:

“Vasiyet edeceği bir şeyi olup da, yanında yazılı vasiyeti bulunmaksızın iki gece geçirmek, müslümanın işi değildir.” (Buhârî, Vasâyâ, 1; Müslim, Vasiyye, 1, 4)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- müslümanlara vasiyetlerini sağlıklı günlerinde hazırlamalarını öğütlemiş, miras payları Allah tarafından belirlenen mirasçılara mal vasiyet edilmemesi gerektiğini bildirmiştir.

Vasiyette bulunmanın belli bir âdâbı vardır. Vasiyet, sözlü ve yazılı olarak yapılabilir. Her iki durumda da iki âdil şahit tutulması, vasiyetle ilgili şer‘î sınırlamalara riayet edilmesi, vârislere zarar verme niyeti taşınmaması, akrabalık hakları gözetilerek miras alamayan zayıflara vasiyette bulunulması, kişinin kul hakkı veya Allah haklarıyla ilgili ödenecek borçları varsa bunların zikredilmesi, vârislere Allâh’a ve Rasûlü’ne itaatin emredilip güzel ahlâka teşvik edilmesi uygundur.

Vasiyetnâmelerin karışıklığa yer bırakmayacak açık ve anlaşılır bir dille kaleme alınması, tarihin ve şahitlerin isimlerinin yazılması, vasiyet konusunun, vasiyet edilen cihetin veya kişinin açıkça belirtilmesi gerekir.

Her vasiyet, maddî içerikli olmayabilir. İslâm tarihinde ayrı bir literatüre sahip olan Allâh’a îman ve itaat içerikli vasiyetnâmeler oldukça yaygındır.

Geride kalanlar için ibret almaya vesîle olan, nice güzellik ve nükteler taşıyan vasiyetnâmeler mevcuttur. Gönüllerimize serlevha eylediğimiz, sözleri ile yolumuzu aydınlatan, her dâim rahmet, minnet ve hasretle yâd ettiğimiz Hâce Mûsâ Topbaş -kuddise sirruh- Hazretleri’nin yazmış olduğu vasiyetnâmeden bir bölümü, bu vesîle ile paylaşmak isteriz:

“Ey kâinâtı yaratan, yerlerin, göklerin, kürelerin, zerrelerin, insanların, cinlerin, hülâsa bütün mahlûkâtın sahibi, yüceler yücesi, ulular ulusu Allâh’ım!

Vârislerim bu zarfı açtıkları anda, Senin huzur-i ilâhinde olmuş olacağım.

Uzun ömür verdin, en değerli dostlarını fakir için rehber eyledin; dünyevî, uhrevî hiçbir şeyi esirgemedin, bol bol saçtın.

Buna rağmen gayrete gelip de, lâyıkıyla kulluk edemedim, koskoca ömür, böylece geldi geçti. Hatalar, noksanlıklar birbirini takip etti. Gönlümün istediği gibi yeşeremedim. Yalnız Senin yüceliğinle, Rahmânlığınla, Settârlığınla ve Gaffarlığınla tesellî buldum.

Bu hakîr, zayıf kulunun günahlarını, hatalarını bağışla! Çünkü o Seni, Rasûl-i Edîbini ve bütün Seni sevenleri ve sevdiklerini sevmiştir. Bu da yine Senin lütf u ihsânınla, kereminle, inâyetinle zuhûr etmiştir.

Gerek vârislerime, gerek onu takip eden ve edecek olan zürriyetime de inâyet eyle. Hepsine kavî îman ver, atâlete uğrayanlardan eyleme ki, bir taraftan kulluklarına devam ederken, diğer taraftan Senin kullarına hizmet etsinler ve her an Seni tevhîd edenlerden olsunlar!”

“Her dünyaya gelen, vakti-saati, sayılı nefesleri tamamladıktan sonra ebedî hayata intikal edecektir. Ne mutlu o kimseye ki, hayatını Hak yolunda ifnâ etmiş ve yüzünün akıyla âhirete göçmüştür. Fakir de bu hususu nasibim derecesinde bildiğim hâlde, lâyıkıyla kulluk edemedim. Pîr-i fânî olduğum hâlde, kendime çeki düzen veremedim. İslâm büyüklerinin şuurlu, şerefli hayatlarını okudum; nefsimde tatbik edemedim. Hatalarla dolu bir ömürden sonra Rabbimiz Teâlâ Hazretleri’nin mağfiretini, bağışlamasını umarım; çünkü O, Rahmân’dır, Gaffâr’dır. Vârislerimin İslâmî hukuka riâyet ederek hayatlarını değerlendireceklerini umarım.”

* * *

Cennet-mekân Kanunî Sultan Süleyman Han’ın vasiyeti de oldukça ibretlidir. Şöyle ki:

Kânûnî’nin naaşı, kabre indirilirken bir sandık getirilip “Vasiyeti gereğidir!” denilerek, o da kabre konulmak istendi. Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi, bu duruma müdâhale etti. Cenâze ile beraber kıymetli bir şeyin gömülmesinin câiz olmadığını bildirdi. Ebussuûd Efendi’ye bunun, Ulu Hâkân’ın vasiyeti olduğu bildirilince, merakla sandığı açtı.

Kendisinin Hünkâr’a verdiği fetvâlarla karşılaştı. Hayretler içinde donakaldı:

“-Sen kendini kurtardın Ulu Hâkan! Biz yarın âhirette ne yapacağız?!.” diyerek hüzünlendi ve ağlamaya başladı.

Zira Kânûnî, hayatı boyunca yapacağı her işin fetvâsını almış, ondan sonra icrâ etmişti.

* * *

Bu yazının yazılması da, bir vasiyet vesîlesi ile olmuştur. 3 Ekim 2020’de hizmete adamış olduğu 92 yıllık ömrünü tamamlayıp Hak Teâlâ’nın “Rabbine dön!” emrine muhatap olarak vuslata eren âile büyüğümüz, amcamız Mehmed Fırıncı’nın defnedildikten sonra vasiyeti gereği okunan Said Nursî Hazretleri’nin yazmış olduğu Münâcât’ı, tefekkür-i mevte (ölümü düşünmeye) vesîle olması niyetiyle arz ederim:

“Ey Rabb-i Rahîm’im ve ey Hâlık-ı Kerîm’im! Benim sû-i ihtiyârımla ömrüm ve gençliğim zâyî olup gitti. Ve o ömür ve gençliğin meyvelerinden elimde kalan, elem verici günahlar, zillet (aşağılık) verici elemler, dalâlet verici vesveseler kalmıştır. Ve bu ağır yük ve hastalıklı kalp ve hacâletli (utanç dolu) yüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmüşâhede, göre göre, gayet sür’atle, sağa ve sola inhiraf etmeyerek (sapmayarak), ihtiyarsız bir tarzda (seçme imkânı olmaksızın), vefat eden ahbap ve akran ve akâribim (akrabalarım) gibi, kabir kapısına yanaşıyorum.

O kabir, bu dâr-ı fânîden (yok olup giden dünyadan) firâk-ı ebedî ile ebedü’l-âbâd (sonsuzluklar sonsuzluğu) yolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birinci kapıdır. Ve bu bağlandığım ve meftûn olduğum şu dâr-ı dünya da, kat’î bir yakîn ile anladım ki, hâliktir (helâk olucudur) gider ve fânidir, ölür. Ve bilmüşâhede, içindeki mevcûdat (varlıklar) dahî, birbiri arkasından kafile kafile göçüp gider, kaybolur. Husûsan benim gibi nefs-i emmâreyi taşıyanlara şu dünya çok gaddardır, mekkârdır (hilekârdır). Bir lezzet verse, bin elem takar, çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.

Ey Rabb-i Rahîm’im ve ey Hâlık-ı Kerîm’im! «Her gelecek şey, yakındır!» sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki, yakın bir zamanda, ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarıma vedâ eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, Senin dergâh-ı rahmetinde, cenâzemin lisân-ı hâliyle, rûhumun lisân-ı kâliyle yüksek sesle derim:

«El-aman, el-aman! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın hacâletinden (utancından) kurtar!»

İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerinde durdum. Başımı dergâh-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nidâ ediyorum:

«El-aman, el-aman! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halâs eyle (kurtar)!»

İşte kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyîciler beni bırakıp gittiler. Senin af ve rahmetini intizâr ediyorum (bekliyorum). Ve bilmüşâhede gördüm ki, Senden başka sığınak ve kurtulacak yer yok. Günahların çirkin yüzünden ve mâsiyetin vahşi şeklinden ve o mekânın darlığından, bütün kuvvetimle nidâ edip diyorum:

«El-aman, el-aman! Yâ Rahman! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Yâ Deyyân! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar! Yerimi genişlettir! İlâhî, Senin rahmetin sığınağımdır ve Rahmeten li’l-Âlemîn olan Habîbin, Senin rahmetine yetişmek için vesîlemdir. Senden şikâyet değil, belki nefsimi ve hâlimi Sana şikâyet ediyorum.»

Ey Hâlık-ı Kerîm’im ve ey Rabb-i Rahîm’im! Senin Saîd ismindeki mahlûkun ve sanatla yapmış olduğun kulun, hem âsi, hem âciz, hem gâfil, hem câhil, hem alîl, hem zelîl, hem müsi’ (günahkâr), hem müsin (yaşlı), hem şakî, hem seyyidinden (efendisinden) kaçmış bir köle olduğu hâlde, kırk sene sonra nedâmet edip Senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine ilticâ ediyor. Hadsiz günah ve hatîatlarını (hatalarını) itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle müptelâ olmuş, Sana tazarrû ve niyaz eder. Eğer kemâl-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen, zaten o Senin şânındandır. Çünkü Erhamürrâhimîn’sin (merhametlilerin en merhametlisisin).

Eğer kabul etmezsen, Senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki dergâhına gidilsin. Senden başka hak mâbud yoktur ki, ona ilticâ edilsin!”

Merve GÜLEÇ

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle