Vakıf Ve İnfak Hassasiyeti

Kur’ân-ı Kerim, insanların yaratılış gâyesini “Allâh’a kulluk” olarak belirlemiştir. Kulluk, Allâh’ın emirlerini yerine getirip yasaklarından uzak durmak ve nihâî olarak bütün benliğini, Allâh’a teslim etmektir. Zaten “Müslüman” kelimesinin mânâlarından birisi de, Allâh’a teslim olan kişi demektir.

“Gerçek müminler ancak; Allâh ve Rasûlüne îmân eden ve sonra da şüpheye düşmeyerek mallarıyla ve canlarıyla Allâh yolunda cihad eden kimselerdir. İşte (îmânlarında) sâdık olanlar bunlardır.” (el-Hucurât, 15)

Malıyla, canıyla, her türlü imkân ve kabiliyetleriyle Allâh’a teslim olmuş ve O’nun dinini yüceltme (îlâ-yı kelimetullah) dâvâsına girmiş kişi, bunun mukabilinde cennetle müjdelenmiştir. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Allah, mü’minlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine (verilecek) Cennet mukabilinde satın almıştır...” (et-Tevbe, 111)

Kendisini bütün benliği ve sahip olduğu her şeyle Allâh’a adayan kimseler, Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetinde methedilmiştir:

“O takvâ sâhipleri, kendilerine rızık olarak verdiğimiz her şeyden (Allâh yolunda) infâk ederler.” (el-Bakara, 3)

“İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allâh’ın rızâsını kazanma uğrunda kendisini (ve malını) fedâ eder…” (el-Bakara, 207)

“Mallarını Allah yolunda harcayanların hâli, yedi başak bitiren ve her başağında yüz dâne bulunan bir tek tohumun hâli gibidir. Allah kime dilerse, ona kat kat verir. Allah, ihsânı bol olan, hakkıyla bilendir.” (el-Bakara, 261)

 

İnfak

Birbirlerinin ihtiyaçlarını görsünler ve toplum, bu denge sayesinde düzen içinde devam etsin diye, Allah Teâlâ, insanları farklı kabiliyet ve çeşitli mâlî imkânlarda yaratmış; âdeta fakirleri zenginlere, yaşlıları gençlere, zihnî kabiliyetleri zayıf olanları da akıl ve zekâ sahiplerine zimmetlemiştir. Böylece insan, hangi hususta kendisinde bir kabiliyet ve üstünlük görüyorsa, kendisinden daha alt seviyede gördüğü insanlarla bu faziletlerini paylaşmalı; Allâh’ın kendisine ihsan ettiği bu nimetlerin şükrünü bu şekilde edâ etmelidir.

İşte İslâm, insanların maddî olarak sahip olduğu servetlerin yanısıra, her türlü bedenî, zihnî, ilmî gayreti sarfetmeye “infak” adını verir. Bir âlimin, bildiklerini insanlara anlatması; bir zenginin malını fakirlere sarfetmesi; bir gencin yaşlıların yüklerini taşıyıp ihtiyaçlarını gidermesi hep infak kabul edilir. Her biri, birer “sadaka”, “sâlih amel” ve “sadaka-i câriye” olacak olan bu infaklar, insanın âhiret sermayesini oluşturur. Çünkü bu dünyadan âhirete götürülecek şeyler, Allah rızası gözetilerek ihlasla yapılmış bu sâlih amellerdir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kabre giren kimsenin hâlini şöyle anlatır:

“İnsan ölünce, üç ameli dışında bütün amellerinin sevâbı kesilir: Sadaka-i câriye, kendisinden istifâde edilen ilim, arkasından duâ eden hayırlı evlâd.” (Müslim, Vasiyye, 14)

O hâlde insanın hayattayken elinde olan imkânları fark etmesi ve bunları, insanlığın hizmetine sunması, öncelikler kendi faydasınadır. Öldükten sonra hayırla yâd edilmek isteyenler, bu dünyadayken ölümsüz ve hayırlı eserler bırakmak zorundadırlar.

 

Vakıf

İnfakın, bütün mahlûkâta yönelik müesseseleşmiş şekli ise, vakıflardır. Başka bir ifadeyle vakıf; Yaratan’dan ötürü yaratılmışlara merhamet, şefkat ve sevginin bir tezâhürü olan infâkın devamlılık arz ederek müesseseleşmesidir.

Bu da bir malın Allâh’a adanmasını, yâni temlik (bir başkasına mülk olarak vermek) ve temellükten (o mülke sahip olmaktan) men olunarak, ebediyyen mânevî bir gâye için kullanılmasını ifâde eder. Gâye ise, bütün mahlûkâtın muhtaç olanlarına cömertçe ikramda bulunmak, şefkat ve merhametle yaklaşarak, Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanabilmektir. (Osman Nûri Topbaş, “Vakıf, İnfak, Hizmet”,  sh: 13)

Vakıf, mülkiyeti Allâh Teâlâ’ya, faydası ümmetin muhtaçlarına âit olan menkul veya gayr-i menkullerdir. Yâni vakfedilen mal, sâhibinin mülkiyetinden çıkar, satılmaz, bağışlanmaz ve vâris olunmaz.

Rivâyete göre ilk vakıf; herkesin birlikte ibâdet ettiği mekânlarla başlamış, sonra birçok içtimâî sahayı içine alarak genişlemiştir.

Asr-ı saadetteki infak ve vakıf seferberliği, Peygamber Efendimizin bizzat tatbikâtı ile başlamış, ashâb-ı kirâm da bu hususta birbiri ile yarışırcasına “en sevdikleri mallarını” Allah yolunda vakfetmişlerdir. O kadar ki, ashâb-ı kirâmdan Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- bu durumu şöyle hülâsa etmiştir:

“Muhacir ve ensardan imkân sâhibi olup da vakfı bulunmayan bir tek kişi bilmiyorum.” (İbnü Kudâme, el-Muğnî, V, 598)

Ecdâdımızın vakıf hassasiyet ve gayreti de İslâm’ın şeref dolu tarihinde çok önemli bir yer edinmiştir. Selçuklu ve bilhassa Osmanlı Devleti zamanında gerek sayı, gerek muhtevâ ve vakıf malına karşı hassasiyet, en zirve şekliyle yaşanmıştır.

Osmanlı Devleti’nde kurulan vakıfların gerçek sayısını tesbit etmek çok zor olmakla beraber bunların 26.300’ü aştığı ortaya çıkarılmıştır. Bu rakamın da 1.400 civarında olanı hanımların vakfiyeleridir.

Sayı olarak onbinlerle ifade edilen bu vakıflar, âdeta toplum hayatının her safhasının sigortası olmuş; hasta, yaralı ve dullardan, havada uçan göçmen kuşlara, hizmetçi ve kölelerin durumlarının iyileştirilmesinden aşevi, mabet ve hastanelere kadar pek çok sahada hizmet vermişlerdir. Bilhassa savaş, kıtlık, yokluk yıllarında toplumun muhtaç kesimi, hep vakıfların şefkat dolu çatısı altında gönlünü dert ve gamdan kurtarmıştır.

Vakıf tatbikâtı, bir yönüyle fakirlerin gönlünü kazanırken, diğer yönüyle de zenginlerin israf ve sefahat bataklığına batmasını, toplumun ahlâkının bozulmasını da önlemiştir.

Bir mü’min gönlünün ne derece mahlûkâtı kuşattığına güzel bir örnek olması için Osmanlı’da kurulan vakıfların hangi alanlarda ve ne gibi hizmetler verecekleri hususundaki vakfiyelerine bir göz atalım:

-Câmî, mescid, tekke, zâviye ve türbelerin inşâ ve bakımı,

-Medrese, dâru’l-huffâz, dâru’l-hadîs vb. ilim müesseleri,

-İmârethâneler, kervansaraylar, hanlar, hamamlar ve dâru’ş-şifâ hizmetleri,

-Namazgâh, kütüphâne ve misâfirhâneler,

-Kuyular, su yolları, su kemerleri, çeşme ve sebiller,

-Aşevleri, çocuk emzirme ve büyütme yuvaları;

-Esir ve köle âzâd etmek,

-Fakirlere yakacak temin etmek,

-Efendileri tarafından azarlanmaması için, hizmetçilerin kırdıkları kâse ve kapların yerine yenilerini almak,

-Yetim kızlara çeyiz hazırlamak,

-Borçluların borçlarını ödemek,

-Dul kadınlara ve muhtaçlara yardım etmek,

-Mektep çocuklarına gıdâ ve giyecek yardımı yapmak,

-Fakir ve kimsesizlerin cenâzesini kaldırmak,

-Bayramlarda çocukları ve kimsesizleri sevindirmek,

-Yaşlı ve kimsesiz hanımları korumak...

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle