Bir asma ağacı vardı. Güzel yeşil üzümler verir, yapraklarıyla harika sarmalar yapılırdı. Fakat sahibi onu hiç beğenmezdi.
“-Ağaç dediğin dik durur. Oraya buraya tutunmaz!” diyordu. “Hem yeşili de sevmiyorum, şöyle kırmızı bir meyve verseydi ya!..” diye söylenip duruyordu.
Çünkü o bir kiraz bekliyordu ve kiraz alabilmek umuduyla bakımını da ona göre yapıyordu. Asma, kendisini sulayan sahibinin dediklerine kulak asmamaya çalıştı, fakat bir müddet sonra tesirinde kalıp üzülmeye başladı. Belki de yapabilirim deyip kendini zorlasa da netice değişmedi. Ancak hem topraktan alması gereken mineralleri almadığından, hem de sahibinin onun hakkındaki düşünce ve sözlerinden dolayı kurumaya başladı. O güzelim sulu üzümler gitmiş, yerine acıları gelmişti. Yapraklarından da artık sarma yapılması pek mümkün gözükmüyordu. Sahibi ise olanlardan bîhaber, kendi kafasındaki gibi bir ağaç arayıp duruyordu. Belki nihayet bulacaktı, ama istediği tarzda olmayanların hiçbirini sevemeyecek, bakımlarını da ihtiyaçları nisbetinde gereği gibi yapamayacaktı.
Aslında bir asma hikayesi anlatmadım. Asma gibi çocukların, asmanın sahibi gibi ebeveynlerin hikayesini anlatmaya çalıştım. Çünkü âile ve okul işbirliği içinde ne için var edildiğini sorgulamadan, gözlemlemeden, ihtiyaçlarına göre ortam hazırlamayarak budadığımız çocuklarımız var bizim… Hatta belki bizler de böyle çocuklardanız.
Fıtrat bir tomurcuk gibi, ne için yaratıldı isek bizi oraya götürmeye çalışırken bu gidişatı bozmak, uzmanlık alanımız sanki… Yaratılış, tabiat mânâlarına gelen “fıtrat”, insanlarda ortak özellikler gösterse de aynı zamanda herkese özel, biricik özellikler de barındırır. Hadîs-i şerîfte belirtildiği üzere, “Her insanın İslâm fıtratı üzere doğduğu”[1] gerçeği hepimizin ortak özelliğidir. Yani ne şekilde yaşarsa yaşasın Âlemlerin Rabbi, her insana îman edebilecek kâbiliyette bir kalp, Rabbini idrâk edebilecek ve bilgileri hazmedecek bir akıl, en önemlisi buna ihtiyaç duyan bir ruh vermiştir.
Aynı şekilde kıskançlık, kibre meyil, tembellik, enâniyet, cimrilik vs. gibi özellikler, her insanda farklı derecelerde tezahür etmekle birlikte hepimizin az-çok ortak özelliklerimizdir.
Bir de Rabbimizin sadece bize bahşettiği bir fıtrat vardır. Bunu da görmek, yaşamak, seyretmek nasîb olsun inşâallah...
Velhâsıl bütün insanların zaafları da, istîdatları da farklı farklı iken, biz evlât olsun talebe olsun hepsini fabrika çıkışı gibi tek bir şekle büründürmeye çalışıyoruz. Çünkü doğru ve başarı algımız, hattâ iyi ve güzele ait bütün algılarımıza at gözlüğü takmışız. Şuur dünyamızda oluşturduğumuz iyi ve güzel kalıplarına ters ne varsa hepsine kapalıyız. Sanki binlerce renk arasından birisini beğenmiş, onun dışındaki bütün renklere kendimizi kapatmış, hattâ düşman olmuşuz.
Bize emanet edilen çocuklara da böyle baktığımızda onlardaki farkları göremiyor, görsek de “tek tip” hâline getirmek için elimizden geleni yapıyoruz.
Her çocuk farklı yaptığı, içinden geldiği gibi yaptığı güzel işlerde bile gerekli tasvibi almıyor, üstelik durmadan tenkit altında kalıyorsa, bir zaman sonra kendisini sorgulamaya ve doğruluk ayarlarında değişiklik yapmaya başlayacaktır. Bu durum, yanlışa giden çocuklar için belki doğru bir müdahale olabilir. Ancak ya biz, kendimiz yanlıştaysak? Ya da iyi, güzel ve doğrunun sadece bir çeşidini biliyorsak? O zaman o potansiyel zâyî olmaz mı?
Allâh’ın istemediği işlere meyleden yavrulara uygulandığında bu metot büyük bir nîmetken, kendi rengini bulmaya çalışan, belki o yolla Rabbini tanıyacak, o yolla insanlığa bir ömür hizmet edecek yavrulara ise bu zulümdür. Ebeveynlikte de, muallimlikte de bunu görecek bir firâsete ihtiyacımız var.
Her konuda olduğu gibi terbiye hususunda da en güzel mürebbî olan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. O, İslâm’la şereflenmiş sahâbîleri kendi karakter, istîdat ve kabiliyetlerine göre şekillendirmemiştir. Meselâ sertliği ve heybeti ile bilinen Hazret-i Ömer’in, bu vasıflarını yok etmemiş, onu Hazret-i Ebûbekir gibi olması için zorlamamıştır. Ondaki farklılık ve kâbiliyetleri kendi istikametinde, ancak Allah için kullanmış, kullanmayı öğretmiştir.
Eskiden Enderun mekteplerinin kapısında şu sözün yazıldığı rivayet edilir: “Burada hiçbir kuş yüzmeye, hiçbir balık uçmaya zorlanmaz.”
Bir öğrenci matematikte iyi, edebiyat ve sanat alanında hiç iyi değilse, ona bu alanlarda zorlama yapılmıyor, matematik alanında uzmanlaşması destekleniyormuş Enderun mekteplerinde… Bizde ise tam tersi... Öğrencilerin ya da çocukların nerede eksik ve zayıf bir tarafı varsa, onun üzerinde durması için emek ve çaba harcanıyor. Maalesef bu durum da istîdatlı olduğu konularda gelişmesinin önünde büyük bir engel oluşturuyor.
Dünya için de böyle, âhiret için de böyle... Herkes farklı yollarla Allâh’ı tanıyor, farklı yollarla O’na yakınlaşıyor. Farz ibadetler, zaten herkesin yapması gereken bir temel niteliğinde... Fakat nafilelere baktığımızda kimi insan mücahid, kimi insan zâkir, kimi insan âlim, kimi insan ârif... Kimi insan da infakta zirveleşen bir cömertlik sergiliyor. Misalleri çoğaltmak mümkün… “Nefesler adedince Allâh’a uzanan yollar olduğu” söyleniyor.
Rabbimiz, her kulunu farklı ve özel yaratmış. Her biriyle ayrı bir hukuku ve irtibatı var. Belki bir Hâlid bin Velid, belki bir Salahaddin-i Eyyûbî olacak çapta bir çocuğu, rahle başına oturamıyor, bir türlü çalışıp hâfız olamıyor diye dışlamak, “Senden adam olmaz!” deyip silmek büyük bir vebal!.. Öyleyse elimizdeki emanetin farkına varmak, onu tanımak, ondan sonra kendisine uygun bir eğitim-öğretim yolu bularak, onu en verimli şekilde yetiştirmek… İşte bugün bizim muhtaç olduğumuz eğitim modelimiz bu! Aksi hâlde elimizde daha çok insanı zâyî ederiz!
Bir arkadaşım geçenlerde şöyle bir hatırasını anlatmıştı:
“-Çevrem, yıllarca çok konuştuğumu söyledi. Bir de «İnsanları tanıştırmak zorunda değilsin!» dediler. Şimdi devletimiz, konuştuğum için bana para veriyor. Sabah sekizden akşam beşe kadar ya anlatıyorum ya da insanlar arasında bağlantı kuruyorum. Belki de insanların sana kızdıkları, senin mizacındır, mesleğindir. Belki de boş işler dedikleri, senin işindir!”
Çocuklarımıza ve talebelerimize bakarken muhabbet ile bakmalı ve:
“-Allah bu kulunu, artı 1 olarak ne için yaratmış olabilir?” diye düşünerek onları keşfetmeye ve kazanmaya çalışmak gerekiyor.
İnsan yetiştirirken, muhâtabımızın “Ne gibi özellikleri var ve bu özelliklerden neler ortaya çıkabilir, nasıl hayra çevrilebilir?” diye düşünmek gerekiyor. Fıtratı kâle alınmadan yetiştirilmeye çalışılan insana, yardımcı olamayız. Suya ihtiyacı olmayan bir çiçeği sulamak, ona merhamet değil zulümdür. Hayat kaynağı su olan balığı, oradan ayırmak zulümdür. Kutup ayısının inanılmaz soğuğa ihtiyacı varken, onu üşümesin diye ısıtmak zulümdür. İçi kıpır kıpır olan bir çocuğa, sürekli “Dur!” demek zulümdür. Konuşmayı çok seven bir çocuğa, sürekli “Sus!” demek zulümdür. Dâimâ tefekkür eden, kendi hâlinde ve yalnız olan bir çocuğa sürekli “İnsan içine karış!” demek zulümdür. Onun yerine bizler, var olan bu özelliklerin temeline inmeye çalışmalı, fıtraten var olan ve hep böyle kalacak özellikleri değiştirmeye çalışmak yerine, onları nasıl daha güzel geliştireceğimize ve hayra yöneltebileceğimize odaklanmalıyız.
Einstein’ın ünlü bir sözü vardır:
“Aslında herkes bir dâhîdir… Ama siz kalkıp bir balığı ağaca çıkma yeteneğine göre yargılarsanız, balık, bütün ömrünü bir aptal olduğuna inanarak geçirecektir.”
Evet, bu cümleden yola çıkarak evlatlarımızı tanıyalım, kendimizi tanıyalım. Ne fıtrata suç atalım, ne tembellik yapıp kolaya kaçalım. Basîret, firâset, hüsn-i niyet ve gayretle insanımızı keşfedelim ve geride insanlığa hizmet edecek güzel sadaka-i câriyeler bırakalım.
Rabbimizden, baktığımızı Allâh’ın nûru ile görebilmeyi, gördüğümüzü ilmek ilmek işleyebilmeyi, işlediğimizi seyredebilmeyi, seyrettiklerimizin de rûhumuza safâ olmasını diliyoruz.
[1] Bkz: Buhârî, Cenâiz, 80; Müslim, Kader, 22.
YORUMLAR