Ramazan ayında Mekke ve Medine’de iftar sofraları açılır. Zengin-fakir herkese açık olan bu sofraları hazırlayanlar, sofranın düzenine dikkat ettikleri gibi sofralarının tamamen dolu olmasına da itina gösterirler. Hele gençler ve çocuklar, iftar vaktine yakın sizi kolunuzdan çekercesine sofralarına dâvet ederler. Dâvetlerini kabul etmediğinizde kırılıp gücendiklerini gösteren bir yüz ifadesi sergilerler. İşte orada iman kardeşliğinin ne demek olduğunu bizzat yaşarsınız. Dilini bilmediğiniz, belki ilk ve son defa gördüğünüz bir insan, ille de sizi kendi sofrasında misafir etmek istiyor.
Biz de, Türkler’in hazırladığı sofralarda hizmet ediyorduk. Bize, yardımcı olmamız için bir hanım ile kızını gösterdiler. Bunların, hiçbir maddî imkânları yokmuş. Her akşam iftar yemeklerini, ücretsiz açılan bu sofralarda yer, hatta bazen sahur için de burada yedikleri ile yetinirlermiş. Biraz konuşma fırsatımız oldu. Yaşadıkları hayatı anlattılar. Her yıl ne yapar eder, mutlaka umreye gelirlermiş. Burada da otelde değil, mescidlerde kalarak günlerini geçirirler, yemek olarak da iftar sofralarında yedikleri ile geçinirlermiş. Yani yarı-aç, yarı tok bir şekilde kendilerini tamamen kulluk ve ibâdete verirlermiş. Bu durum, beş-altı yıldır böyle devam ediyormuş. Onların bu heyecan ve gayretini görünce, insan, her şeyin parayla olmadığını müşâhede ediyor. Bu iş, para işi değil, gönül işi!..
Tabiî burada her türlü insan bulunuyor. Böyle kendi hâlinde, derviş meşreb kullar da geliyor, ihtişamlı, şa’şaalı kıyafetleriyle gururlu olduğu her hâlinden belli kimseler de… Ancak bu mekân, insanları kınama, ayıplama mekânı değil!.. Herkesi olduğu gibi kabul etmek gerekiyor. Gerçekten kimin Cenâb-ı Hak katında mânen daha yüksek bir seviyede olduğunu dış görünüşüne bakarak tesbit etmek mümkün değil. Onun için en güzel şey, dilini de, gönlünü de bu zâhirî âlemden kurtarıp samimiyetle Allâh’a döndürebilmekte… Kendi eksik ve kusurlarımızla meşgul olmakta… Zaten kendi hata ve günahlarıyla meşgul olan insan, başkalarının eksiğini görmeye vakit bulamaz.
İnsanların her hâlde kendi muhâsebelerini tamamlamaları ve karşılarına ansızın çıkacak ölüm meleğine hazır olmaları gerekir. Muhterem Osman Nûri Topbaş efendi, Medine’de anlatmışlardı:
Azrâil, bir gün kibirli adamı yolda durduruyor; ona sorular soruyor. Bu kibirli kimse, her soruya sinirle cevaplar veriyor. Aralarındaki konuşma şöyle devam ediyor:
“-Evdekilerle helâlleştin mi?”
“-Birazdan döneceğim zaten, ne gereği var?”
“-Abdestli misin?”
“-Alırım inşâallâh. Hem sen kimsin; böyle sorular soruyorsun?”
“-Azrail’im!..”
Adam, oracıkta ölüveriyor.
Azrâil, vazifeli olduğu bir başkasının yanına daha gidiyor ve ona da aynı soruları soruyor ve şu karşılıkları alıyor:
“-Nereye gidiyorsun?”
“-Allah’tan geldim, Allâh’a gidiyorum.”
“-Evdekilerle helâlleştin mi?”
“-Helâlleşmeden çıkılır mı?”
“-Abdestli misin?”
“-Abdest almadan yere ayak basılır mı?”
“-Öyleyse secdeye kapan da, secdede alayım senin canını.”
İşte iki farklı ruh hâli ve iki farklı son!..
Allâh’ım, bizim hayatımızı da en güzel şekilde sonlandır. Huzuruna yüz akı ile çıkan kullarından eyle!.. Âmin.
YORUMLAR