Medîne’de yapabileceğimiz diğer ziyaretler hakkında hasbihâle geçmeden önce, bana çok tesir eden bir hatıramı paylaşmak istiyorum sizlerle:
2005-2006 yılı haccında, (Rabbime nihayetsiz şükürler olsun) DİB’in vaaz ve irşad vazifelisi olarak Medîne’de görevlendirilmiştim. 26 günlük vazife süremizin başlarında, bütün vazifelilerin hazır bulunduğu bir toplantı yapılmıştı. Türkiye’de aldığımız eğitimlere ilâve olarak, mukaddes toprakların havasını teneffüs ettiğimiz ilk günlerin heyecanıyla hocamızı dinlemeye başladık. Yanlış hatırlamıyorsam çok kıymetli Mehmet Savaş hocamızdı, hepimize çok tesir eden bir konuşma icrâ etmişti. (Rabbim, İslâm’a hizmet eden bütün hocalarımızdan râzı olsun.) Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sık sık başvurduğu “dikkat çekme tekniği”ni öyle bir kullandı ki, tesiri hâlâ gönlümdedir. O yıldan sonraki her Medîne’ye gidişimde yâd etmişimdir.
Hocamız, konuşmasına komşu hakkından bahsederek başlamıştı. Açıkçası ben, Medîne’de hizmete coşkuyla başladığımız o günlerin mânevî heyecanı içinde dinlerken çok şaşırmıştım. Medîne’de hacı adaylarına anlatmak için hazırladığımız pek çok konu başlığı arasında olmadığı gibi, hac öncesi Medîne günlerinde âciliyeti olan konular dururken, bundan bahsetmesine bir mânâ verememiştim. Konuya çok kısa değinse de zihnimize bu soru işaretlerinin hızla toplanmasına, ters köşe olmamıza yetmişti. Ardından nokta vuruşunu yapmıştı hocamız:
“-Biz burada kimin komşusu olduk? Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in... O’na komşu olmak, ne büyük bir bahtiyarlık değil mi? Ashâb-ı kirâm efendilerimize ne kadar imreniyorduk, şimdi 26 gün O’nun komşusuyuz! Bu bahtiyarlığın bir de sorumluluğu var, elbette. Bakalım o Sevgililer Sevgilisi, bizim komşuluğumuzdan râzı olacak mı? Buradaki günlerimizde bunun imtihanını vereceğiz. O’nun misafirlerini incitmeyeceğiz, O’nu rahatsız etmeyeceğiz. Hukuka, edebe riâyet edeceğiz. Sadece Mescid-i Nebî’de değil, Medîne’de olduğumuz her an, O’nun komşusu olduğumuzu unutmayacağız. Komşu hakkı bu kadar mühimken, Rabbimiz’in Habîbi’nin komşusu olmanın kıymet ve sorumluluğunu varın siz düşünün... Rabbimiz buradan, o Güzeller Güzeli komşumuzun rızâsını almış olarak ayrılmamızı hepimize nasîb eylesin.”
Bu minvalde bir konuşma girişiydi, hatırladıklarım… Bu komşuluğu düşününce insan, bir yandan içinde bulunduğu nîmetin farklı bir boyutunu daha keşfedip şükrünü artırıyor; bir yandan da “Kâinâtın Efendisi’nin râzı olduğu bir komşu olabilecek miyim acaba?” diye çekiniyor. Bu yüzden selef-i sâlihîn hakkında; “Hukukuna dikkat edemeyebiliriz.” ya da “Oranın sâkini olunca, mekânı sıradan bir yer gibi algılamaya kapılır mıyız?” endişesiyle Harameyn’de ikâmet etmekten çekinmişler, diye rivâyetler var.
Ayrıca, “…Her kim orada zulmederek haktan saparsa, ona elem veren bir azap tattırırız.” (el-Hacc, 25) âyet-i kerîmesindeki ciddî îkaz uyarınca, herhangi bir zulme bulaşmanın sorumluluğunun bu mekânlarda kat kat artacağına dikkat çekmekte âlimler... Sevapların katlandığı bir diyarda, katlanarak ağırlaşmış günahlardan Rabbimiz’e sığınmak, heybemizin delinmemesi için çok dikkatli olmak gerekiyor, vesselâm…
Bu hâtıra ve düşündürdüklerini burada noktalayıp, geçen bölümde başladığımız Medîne’deki temel vazifelerimizin dışında yapabileceklerimize dâir tavsiyelerimize devam edelim:
Uhud Dağı, Meydanı ve Şehidliğini Ziyaret ve Tefekkür
Mescid-i Nebevî’nin kıble yönünün tam zıddında, karşıya doğru baktığımızda Uhud Dağı’nı görme bahtiyarlığına nâil oluyoruz ki, bu gerçekten tarifsiz duygulara gark ediyor insanı… Cennetü’l-Bakî’nin önünden çokça geçersek sıradanlaşmasından sakınmaya dâir îkazımı burada ve diğer bütün muhteşem nimetler hakkında hatırlatmakta fayda var.
Mescidin bu yönünde bulundukça, ele geçen temâşâ ve tefekkür fırsatından istifade etmeli, gönlümüzü ona bakarak dinlendirip doyurmalıyız. Dikkatimizi dağıtacak pek çok vitrin, arkadaş sohbeti vesâireden kendimizi sıyırıp o kıymetli dakikaları israf etmemeliyiz.
Düşünsenize, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbetle baktığı Uhud’a bakıyoruz...
“Uhud bizi sever, biz de Uhud’u severiz!”[1] hadîs-i şerîfiyle övülmüş bu nadide dağ, bizi heyecanlandırıyor.
Cansız varlıkların tesbihâtını hissedemediğimiz gibi, muhabbetini de algılamakta zorlanıyoruz. Ama Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman -radıyallâhu anhüm- efendilerimizle birlikte üzerine çıktığı gün muhabbet ve şevkle sarsılıp; yine o Güzeller Güzeli’nin:
“-Sâkin ol ey Uhud, senin üzerinde bir Peygamber, bir sıddîk ve iki şehid vardır.”[2] diyerek seslenmesiyle sakinleşip durulduğunu hayal edince “cansız” diye isimlendirilenlerin esrarlı dünyasından kırıntılar hissediyoruz. Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman -radıyallâhu anhümâ- efendilerimizin şehid olacakları müjdesine burada kavuşmaları da başka bir tecellî ve sır...
“Uhud’a bakmak gamı alır.” diye bir rivâyeti, kıymetli bir hocamdan duymuştum. Bunun için oradan taş-toprak almaya çalışanlar da oluyor maalesef ki, bu câiz değil tabi... Harem olan bir alandan, milyarlarca kişinin bir taş aldığını düşünsenize… Zaten mühim olan, ona bakan gözlerimizi, hisseden gönül aynalarımızı mâsivâ kirlerinden temizleyebilmek; aksi takdirde taştan bize nasıl bir rûhâniyet aksedebilir ki?
Uhud Dağı’na kafilenizle birlikte ziyarete götürülüyorsunuz mutlaka... Bunun dışında fırsat bulursanız, gidip ziyaret ve tefekkür etmenizi tavsiye ederim. Kafileyle gezi, süresi sınırlı ve kalabalık olduğu için, ayrıca gitmek, daha çok kendinizle baş başa kalmanızı sağlayabiliyor. Aradan bin dört yüz küsur sene geçse de Uhud’un önüne geldiğinizde zamanda yolculuk yapmış gibi oluyorsunuz yine... Mescid-i Haram, Ravza, Bakî ve benzerlerinde olduğu gibi…
Okçular tepesi de sizi benzer bir duygu seline gark ediyor. Savaşın bittiğini düşünerek o tepeden inen bazı sahabîlerle, onların ardından:
“-Gitmeyin!” diye seslenenler, arkadan kuşatan müşrikler, can pazarı hâline gelen meydanda yaşananlar bir bir gözünüzün önüne geliyor. Vahşî’nin Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh-’ı şehîd edişi, Hind’in onun mübârek naaşına yaptıkları...
Pek çok genç kızın yüreğini hoplatan Mus’ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-’ın kahramanca çarpışarak fânî âleme vedâ edişi, onun Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e benzemesinden dolayı ortalığın bir anda allak bullak olması, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şehid olduğu zannedilince bu haberin hızla yayılan bir yangın gibi yürekleri tutuşturması...
O Canlar Cânı’nın yaralanıp dişinin kırılışı, dağdaki bir mağaraya çekilişi...[3] Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in daha sonra savaşı anlatırken:
“-Harp esnasında sağıma-soluma döndükçe hep Ümmü Ümâre’nin (Nesîbe’nin) yanıbaşımda çarpıştığını görüyordum.”[4] diyerek övgüyle yâdına mazhar olan yiğit Nesibe Vâlidemiz’in -radıyallâhu anhâ- korkusuzca mücadelesi... (Devam edecek)
Dîdar Meltem ERDEM
[1] Buhârî, Cihad, 71.
[2] Buhârî, Ashâbü’n-Nebî, 6; Tirmizî, Menâkıb, 18/3703.
[3] Ziyaret edenlerin mis kokusunu bâriz bir şekilde duyduklarını ifade ettikleri bu küçük mağaraya girişin son yıllarda yasaklandığı söyleniyordu.
[4] İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 479.
YORUMLAR