Cenâb-ı Hak, zamanı, mekânı, bütün varlıkları ve bunlar içinde insanları farklı farklı yaratmıştır. Her birinin kendi içinde dereceleri, üstünlük ve zaafları vardır.
Zaman, kendi içinde farklı farklıdır. Cuma, Arefe ve Kadir Gecesi gibi bazı gün ve geceler, Allah katında daha sevimlidir.
Mekânlarda farklılıklar vardır. Cenâb-ı Hak, Haremeyn’i, yani Mekke ve Medine’yi sâir ülke ve şehirlerden üstün kılmıştır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Medîne-i Münevvere’de bir Ramazan-ı Şerifi tutmak, diğer beldelerin bin Ramazanından, aynen onun gibi bir Cum’â namazını orada edâ etmek diğer beldelerin bin Cum’asından efdaldir.” (Kenz’ül İrfân, sh: 85; Câmiü’s-Sağîr’den…)
“Kâ’be’de edâ olunan namazın biri, diğer yerlerdeki namazların yüz binine ve benim mescidimde kılınan namazın biri, aynı şekilde, başka yerlerde kılınan namazların binine ve Beyt-i Makdîs’de (Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’da) kılınan namazın biri dahî, diğer yerlerde kılınan namazların beş yüzüne denktir.” (Kenz’ül İrfân, sh: 85 Müslim, Tirmîzî, Nesâî’den)
* * *
İnsanlardan peygamberleri -aleyhimüsselâm-, peygamberlerden ulu’l-azm peygamberleri, bunlar içinde de Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i diğerlerinden üstün kılmıştır.
Melekler arasında dört büyük meleği, bunlar içinde de Cebrâil -aleyhisselâm-’ı seçmiştir. Âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflerden çıkartılan liste, bu minval üzere uzayıp gider.
İşte biz, Allâh’ın seçtiği, sevdiği, kendi rızâsına kazanma vesilesi eylediği böyle bir ilâhî kazanç mevsimine girmiş bulunmaktayız. Bu günler, bu aylar; bire beş, bire bin, bire yüzbin kazanma mevsimleridir.
İnsan, kârlı bir alışveriş yapınca sevinir; kıymetli bir şeyi ucuz fiyata aldığında ya da bir koyup üç-beş kat fazla kazandığında… İşte şimdi böyle bir kârlı döneme girmiş bulunmaktayız. Nefsimizi oruçla terbiye ederken biraz fazladan aç kalarak, gece uykumuzdan kısıp biraz ibadet için yorularak, gözümüzü, gönlümüzü Kur’ân-ı Kerim’e açarak bu fırsatları değerlendirmeliyiz.
Belli Başlı Mübârek Gün ve Geceler
Mevlid Kandili (Rabîülevvel ayının 12. gecesi) Sadece bu kandil gecesi, üç aylar içinde değildir.
* * *
Regâib Gecesi (Receb Ayı’nın ilk Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gecesi)
Mîraç Gecesi (Receb Ayı’nın 27. gecesi)
Beraat Gecesi (Şaban Ayı’nın onbeşinci gecesi)
Kadir Gecesi (Ramazan Ayı’nın son on gecesi)
* * *
Ayrıca Arefe günü (Kurban Bayramı’ndan bir gün öncesi), Zilhicce ayının ilk on günü, Muharrem ayının ilk günü ve onuncu (Aşûre) günü, Cuma gün ve geceleri, Ramazan ve Kurban bayramı günleri de değerlendirilmesi gereken mühim ve bereketli gün ve gecelerdendir.
“Üçaylar”da Neler Yapılabilir?
1-Zaman, en kıymetli şeye tahsis edilmelidir. İnsanın bu dünya ve âhireti için sahip olabileceği en önemli şey, îmanıdır. Îman ettiğimiz şeylerin doğru olması, sahih ve ehl-i sünnet çizgisinde bir îmana sahip olmak, bu dünyadaki en büyük hedef olmalıdır. Bu yüzden kişinin îmanını şüphe ve tereddütten uzak, en sahih şekle döndürmek üzere yapacağı her türlü gayret ve çalışma, bütün ibadetlerin üstündedir.
2-Îmanını tehlikelerden koruyacak şekilde sağlama aldıktan sonra yapılacak ikinci mühim mesele, farzları hakkıyla îfaya çalışmak ve haramlardan kesinlikle uzak durmaktır. Farzlar, Allâh’ın kesin, tartışmasız ve pazarlıksız emirleridir. Akıllı ve büluğ çağına ulaşmış her müslümanın, asgarî bir şart olarak bu farzları yerine getirmesi gerekir. Bilhassa “farz-ı ayn” ismi verilen ve her müslümanın tek tek yapması gereken emirler böyledir. Farzları îfa ve haramlardan uzak durmak sayesinde, Allâh’ın rızâsını celbetme ve gazabından emin olma mümkün olur. Eğer farz borçlarımız varsa, bunları kazâ etmeye çalışmalıyız. Meselâ kılmadığımız namazlar varsa bunları bir takvime bağlayarak kılması, tutmadığımız oruçlar varsa bunları edâ etmeye çalışmalıyız. Daha önceki senelerden zekât borçlarımız varsa, bunları ödemeliyiz.
3-Diğer bir basamak da “kul hakkı”ndan uzak durmaktır. Kul hakkı, ibadetlerin içine atıldığı çuvalın alt kısmının delik olması gibi, insanı büyük bir hüsrana sürükler. İnsan büyük bir gayretle ibadet eder, eder de kul hakkına riâyet etmediği için âhiret günü eli boş kalıverir. İnsan, “âhiret müflisi” hâline dönüverir. Peygamberimiz, bir cenâze namazı kıldırmadan önce onun borcu olup olmadığını sorar, eğer mirasçıları veya bir başkası vefât eden kimsenin borcunu üzerine alırsa, namazını kıldırır; değilse cenâze namazını bizzat kıldırmaz, başkasına havale ederlerdi.
4-Dördüncü dikkat edilecek husus da insanın fırsat buldukça “sünnet-i seniyye” ölçüsünde nâfile ibadetlerle meşgul olmasıdır. Bunun sınırı yoktur. Kişi, yukarıda sayılan diğer hususları azami gayret gösterdikten sonra nâfilelerle Allâh’a yaklaşır durur. Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir hadîs-i kudsîde beyân ederler:
“Allah Teâlâ hazretleri buyurur ki: Kim benim evliyâma düşmanlık ederse, ona karşı harb îlân ederim. Hiçbir kul ona farz kıldığım şeyleri yapmaktan daha sevgili bir şeyle bana yaklaşamaz. Ve kullarım -farzlardan sonra- nafile ibâdetlerle bana yaklaşırlar. Nihayet ben onu severim. Ve ben bir kulumu sevdikten sonra onun işiten kulağı, gören gözü ve tutan eli olurum...” (Zübdetü’l-Buhârî, 1107; bkz: Buhârî, Rikāk, 38; Heysemî, II, 248; Mecmau’z-Zevâid, II, 248)
Geceleri sabaha kadar ibadetle geçirip ayakları şişen Peygamber Efendimiz’in heyecan ve iştiyâkı bize de örnek olmalıdır. Mü’minlerin annesi Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle naklediyor:
Nebiyy-i Muhterem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mübârek ayakları şişinceye kadar geceleyin ibâdet ederdi. Bunun üzerine, “Ya Resûlallah! Geçmişte ve gelecekteki günahların mağfiret olduğu halde, niçin böyle yapıyorsun?” diye sordum.
“-Rabbime şükreder bir kul olmayayım mı?” cevabını verdi. (R. Sâlihîn ve Tercemesi, 2/449 Buhârî ve Müslîm’den)
5-Sıla-i rahim ve akrabalık bağlarına riâyet etmeliyiz. Sıla-i rahim, ömrün bereketlenmesine, günahların affına, bildiğimiz-bilmediğimiz birçok hayra vesiledir.
6- Yapılan hata ve günahlara tevbe edilmelidir. Unutulmamalıdır ki, günahın küçüğü, büyüğü yoktur. Onun, kime karşı işlendiği önemlidir. Bazen Rabbimiz, küçücük bir iyiliği, kulunun bağışlanmasına vesile kılarken, bazen de küçücük görünen bir hata sebebiyle kulunu cehennem ile cezalandırmaktadır.
Kul, bütün irâde ve gayretini kullanarak hata işlememeye çalışmalıdır. Eğer buna gücü yetmiyorsa, en kısa zamanda pişman edip tevbe kapısına sığınmalıdır. Rabbimiz, hatâ işleyen bir mü’minin tavrını ve kabul edeceği tevbeyi şöyle haber vermektedir:
“Allâh’ın kabul edeceği tevbe, ancak bilmeden kötülük edip de sonra tez elden tevbe edenlerin tevbesidir. İşte Allah, bunların tevbesini kabul eder. Allah, her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca, «Ben, şimdi tevbe ettim.» diyenler ile kâfir olarak ölenler için (kabul edilecek) tevbe yoktur. Onlar için acı bir azap hazırlanmıştır.” (en-Nisâ, 17-18)
7-İnsanların gönlünü almak için bolca ihsan ve ikramda bulunulmalıdır.
8-Kur’ân-ı Kerim ile dostluğumuzu pekiştirmeli,
9-Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in örnek hayatını ve güzel ahlâkını öğrenmek için vesile kabul etmek gerekir.
Nasıl Yaşanırsa
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur.” buyurmaktadır. (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663)
Bu hâlin en bâriz misâli, Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’dır. O, Kur’ân’ın hâfızı, kâtibi ve câmii (yani toplayıp bir araya getireni) idi, Kur’ân’la ahlâklanmıştı. Bu sebeple son nefesinde Kur’ân okuyarak teslîm-i rûh eyledi.
Yüce Rabbimiz, ölüme günâh ve isyân üzerinde iken yakalanan ve tevbe etmeye fırsat bulamayan kimselerin hâlini şöyle beyân buyurur:
“(Kıyâmet günü) münâfıklar, mü’minlere: «Biz sizinle beraber değil miydik?» diye seslenirler. (Mü’minler de) derler ki: Evet, ama siz kendi başınızı belâya soktunuz; fırsat beklediniz; şüpheye düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. O çok aldatan (şeytan) sizi, Allâh(ın affı ve keremi) ile aldattı. (Siz bu hâl üzereyken) nihâyet Allâh’ın emri gelip çattı!” (el-Hadîd, 14)
“Defteri sağdan verilenler cennetler içindedir. Günahkârlara: «Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?» diye uzaktan uzağa sorarlar. Suçlular derler ki: «Biz namaz kılanlardan değildik, fukarâya yemek yedirmezdik, bâtıla dalanlarla birlikte dalardık, cezâ gününü de yalan sayardık. O hâldeyken ölüm bize gelip çattı.” (el-Müddessir, 39-47)
“Sakın dünyâ hayâtı sizi aldatmasın ve şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokmân, 33)
Âyet-i kerimede, açıkça ifade edildiği üzere, mü’minlerin “Allâh’ın affını göstererek insanları aldatan” şeytana ve onun hilelerine karşı uyanık olması gerekir. Rabbimiz, elbette merhametlilerin en merhametlisi ve afv ü mağfireti nihayetsiz bir sultandır. “Rahmeti, gazabını geçmiştir.” (Buhârî, Tevhîd, 55) Ancak O’nun azamet ve kibriyâsı, adâlet, celâl ve günahkârlara karşı intikam sahibi oluşu da unutmamalıdır.
Îman üzere yaşayıp ölmek en büyük gâyemiz olmalıdır. Allah Teâlâ buyuruyor:
“(Onlar şöyle yakarırlar:) Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfu en bol olan sensin.” (Âl-i İmrân 3/8)
* * *
Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ- vâlidemizin bildirdiğine göre Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sık sık şu duâyı yapardı:
“Ey kalbleri halden hâle (renkten renge, şekilden şekile, imândan küfre, küfürden îmâna) çeviren Allâhım, benim kalbimi dînin üzere sâbit kıl!” (Tirmîzî, Kader, 7; İbn-i Mâce, Mukaddime, 13)
Hülâsâ
“Kimsenin kimseye fâidesi olmadığı o zaman için hazırlık yapmalıyız. Bu sebeple tam ihlâs üzere Allahü Teâlâ’nın emrettiği şekilde kulluk vazîfemizi îfâya yeltenmeliyiz. İhlâsı ve îtikâdı zayıf kimseler niyetlerinin çürüklüğü yüzünden amellerinden istifâde edemez ve Cehenneme sürüklenirler. Îtikâdı sağlamlaştırdıktan sonra Kur’ân-ı Kerîm’in ahkâmını harfiyyen yerine getirmeğe, yani Cenâb-ı Vâcibu’l-Vücûd hazretlerinin yasak kıldığı şeylerden kaçınmağa ve emrettiği ferâiz ve teferruatını îfâ etmeğe gayretli olmalıyız. Namazlarımıza, oruçlarımıza büyük bir engin gönülle devam ederken, kul hakkından korkmalıyız, ancak zâlimler Allah’tan korkmadıkları için kul hakkı yemekten, kula eziyet etmekten kendilerini alamazlar. Ahlâkî durumumuzun inkişâfına, teâlîsine ihtimâm etmeliyiz. Sonra âilemiz, çoluk çocuğumuz Allâhü Teâlâ’nın yed’imizdeki emânetleridir. Her hususta onlarla meşgûl olmak ve onlara hakîkatı bildirmek ve onu tatbîk etdirmekle yükümlüyüz.” (Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri-2 sh: 85)
“Hülâsâ yapacağımız iş, Cenâb-ı Hakk’ın bize hibe ettiği hayatı değerlendirmektir. Ne zamana kadar? Rûhumuz cesedimizden ayrılana kadar...” (Sâdık Dânâ, Altınoluk Dergisi, Haziran
YORUMLAR