İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan kıtlık günlerinin tesirinden kurtulamayan yaşlılarımız, çarşıdan alıp geldikleri bir paketin ipini kesmez, özenle çözer, sarar ve “Belki lâzım olur.” diye bu tür eşyaların (muhtemelen yine “lâzım olur” düşüncesiyle atılmayan bisküvi ya da dondurma kutusu) saklandığı bir mahfazaya koyarlar. Çünkü yokluğun ne demek olduğunu bilirler. Arayıp da bulamamanın… İhtiyacın…
Bu davranış çoğu zaman, “Yâhû, ne saklıyorsun? Artık her şey bol bol var…” türünden, alaycı itirazlarla karşılanır. Ama ben saygı duyarım… Dürülen her paket ipi, katlanıp kenara konulan her kâğıt, buruşturup atılanlardan daha çok saygı uyandırır bende… Çünkü dürüp saklamakta bir düşünce, buruşturup atmakta şımarıkça bir düşüncesizlik ve nankörlük görürüm.
Bu şımarıkça nankör düşüncesizliğin modern adı, “tüketim”dir. Ama sadece eşyayı değil, kültürümüzde “eşya”dan sayılan kâinatta ne var, ne yoksa hepsini tüketmek… Çünkü bir davranış insanda yer etmeye görsün… Nerede duracağını, haddini bilmek ise, (Muhammed Hamidullah’ın “İslam’ın altıncı şartı olsaydı, haddini bilmek olurdu.” dediği gibi) her babayiğidin kârı değil…
Bitmiş bir ampülü, taşa atıp kırmak isteyen öğrencisine Said Nursî izin vermeyince öğrenci, “Zaten işe yaramaz!..” der. Nursî ise:
“-Evlâdım koruduğum ampul değil… Sendeki şiddet duygusunu açığa çıkarmandan korkuyorum.” der.. Davranış disiplini!
Yaşlı kocasından bıkan genç hatun, bir âşık bulur kendine… Evlenmeye karar verirler… Yaşlı koca bir gün tuvaletteyken, eskiden tuvaletlerde kullanılan toprak su kabını yanlışlıkla kırar ve ağlamaya başlar. Kadın, şımarık nankör düşüncesizliğini gösteren bir çıkışla:
“-Ne var, bir toprak kap için ağlayacak! Çookk var ondan…” der… Adamın cevabı kadını kendine getirir:
“-O toprak kap yıllarca buradaydı… Şimdi yeni bir kabın edep yerimi görmesinden utandığım için ağlıyorum…”
Tüketilenlerin kâğıt, poşet ile sınırlı kaldığına emin misiniz? İlişkilerde, kıvama getirmek için, darbe almaya ve darbe vurmaya karşı değilim… Hatta olması gerekendir diye düşünürüm… Aksi riyâ olarak gelir bana… Ama gaye, ilişkiyi tüketmek değil, güzelleştirmek olmalı… Yoğurduktan sonra elini ıslatıp hamurun üstüne darbeler indirmek, hamuru daha da güzelleştirir… Buna benzemeli bence dostluklar ya da aşk ilişkilerindeki darbeler… Daha da güzelleşsin diye, darbe almak ve aldığı darbeden muzdarip olmamak…. Niyet önemli!
Kim ne derse desin, saygı duyuyorum dürülen her paket ipindeki düşünceye… Anlamıyor, kabul etmiyor ve kızamayacak kadar acıyorum; şımarık, nankör bir düşüncesizlikle tüketme nevrozuna… Histerik davranışlara…
“Bir kahvenin kırk yıl hatırı var.” gibi sözler klişeleşmiş, çok duyulmuş diye midir bir kahvenin hatırının kalmaması? Pekâlâ, Zilzâl Sûresi de mi çok duyulup klişeleşmiş, ona ne dersiniz? “Kim zerre miktarı iyilik yapmışsa, onun sevabını görür. Kim de zerre miktarı kötülük yapmışsa, onun cezasını görür.” (el-Zilzal, 7-8)
Ya da “Kula teşekkür etmeyen, Allâh’a şükredemez” hadisi de mi çok duyulmuş?
Sahi! Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, öldükten yıllar sonra sevgili eşi Hazret-i Hatice’nin arkadaşlarına kurbandan pay gönderdiği de pek bilinmez… Vefânın, sadece İstanbul’da bir semt ismi olmadığını bilenler bilir belki…
“Bir harf öğretenin, kırk yıl kölesi olmak” da çok duyulmuştur… Bu söz de “tüketilenler” arasında sanırım…
Kıyamadığım ampül değil, vallahî… Onu kırarak tüketirken insanın tükettiği insanlığına sözüm… Hele bir de yıllarca faydalandığı ampulü kırmaya karar verdiğinde, kırmadan önce tüküren psikolojiye en iyi tarif, sanırım “tükenmişlik”tir...
YORUMLAR