Memleketimizin her bir bölgesi, çok zengin özelliklere, farklı bereketlere sahip… Bulunduğumuz yerlerden her ne kadar bunları bilip yâd etsek de içlerine gidip şahit olmak, havasını solumak çok daha başka oluyor.
Geçtiğimiz aylarda ilk kez Doğu Karadeniz tarafına gitmek nasîb oldu. Yeşilin ve mavinin bu kadar berraklığını görmek, zirvelerin ihtişamını ve doyulmaz havasını solumak, Rabbimizin kudret sıfatını bol bol tesbih ettirdi. Bu coğrafî güzelliklerin yanında iklim ve tabiatın, sâkinlerinin/yaşayan insanlarının psikolojilerine tesirlerini yakından izlemek ise ayrı bir çalışma konusu oldu, benim için… Zira yaşanılan coğrafya ve iklim şartlarının insan üzerine tesirlerini asırlar önce İbn-i Haldun tespit edip yazmıştı; ama buna yakından şahit olmak, duygu ve düşüncelerinin gelişimlerini izlemek çok farklıydı. Lisanlarından pratik zekâlarına, hızlı hayatlarından hareketli müzik ve esprilerine kadar her şeyleriyle sempatiktiler. Elbette samimiyet ve sıcak misafirperverlikleri ise tarifsizdi. Bu vesile ile saygıdeğer okurlarım Ayşegül Hülya ve Halime Hanımlara teşekkür ediyorum. Güzel Trabzon, onların dostluklarıyla daha bir güzel oldu. Dönüşte Hac Sûresi’nde buyurulan:
“O yerde niye bir gezip dolaşmadılar ki; kendileri için akıllanmalarına sebep olacak kalpleri ve işitmelerine sebep olacak kulakları olsun. Çünkü gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kalpler kör olur.” (el-Hac, 46) âyet-i kerîmesini bir kez daha idrak ettim.
Karadeniz gezisinin bir başka bereketi de yüz dört yaşındaki Ayşe Teyzemle tanışmak, hayat tecrübelerini ve nasihatlerini dinlemek oldu. Ağzında yalnızca bir tane dişi bulunan ve hayatında hiç diş hekimine gitmemiş olan teyzem, sağlıklı hayatını bol bol yoğurt yemesine, süt içmesine ve yaylanın berrak havasında çok çalışmasına bağlıyor. Hızlı hayatından sonra, son birkaç yıldır evden çıkamaması onu hayli sıkmış olmalı ki, ziyaretimizin bitmesini kesinlikle istemedi, biz de saatlerce dinledik kendisini…
Ayşe teyzem, öncelikle yaşamış olduğu yüz dört yılının çok çabuk geçtiğini bildirip otuz dört yaşında dul kaldıktan sonra; beş erkek, dört kız olmak üzere dokuz evladını evlendirdiğini, bir yaylada ve bir de köyde olmak üzere iki tane ev yaptırdığını, torunlarına düğünlerinde ve sünnetlerinde muhakkak altın taktığını, gelinlerinin tereyağlarını elleriyle yapıp gönderdiğini, fındığını kendisinin topladığını vs. anlatıyor. Ama arada bir pencereden uzaklara bakarak hâlen yapmak istediği çok işi olduğunu söyleyip iç çekiyor. Bu çalışkanlık özelliğinin, yaşadıkları coğrafyanın tesiri olduğunu bilerek; bir de köydeki sosyal hayatı, yardımlaşmayı, komşuluğu sordum Ayşe Teyzeme…
Sohbeti çok seven, o günleri anlatırken tekrar yaşıyormuşçasına heyecanlanan Ayşe Teyzemin, yüz dört yılda yaptığı hizmet, infak ve cömertlik bizleri hayâ ettirdi. Nitekim bizim okullarda okuduğumuz, sohbet ve kitaplarda öğrenmeye çalıştığımız güzel ahlak ve vakıf medeniyeti, Ayşe Teyzemin köyünde ete kemiğe bürünmüş, köylünün hayat felsefesi olmuştu.
Hepimize örnek teşkil etmesi açısından sözü kendi ifadelerine bırakıyorum;
“-Çalışmak îmandandır yavrum!.. Bizler gün doğmadan çalışmaya başlarız ki, hem kazancımıza, hem işimize bereket gelsin. Yalnız kendi boğazın için çalışmak olmaz. Ne verirsen elinle, o da gider seninle… Babam rahmetli, sofraya misafirsiz oturtmazdı bizi. Hiç misafir olmadığında sokakta oynayan çocukları getirirdi. Rahmetli annem, pişirdiği her yemekten muhakkak önce komşulara götürürdü. Bizler fındık zamanında evimizde hiç kalamazdık. Yalnızca kendimizin değil, bütün köyün fındıklarını toplar, samanlarını yığar, öyle gelirdik evimize.
Bizim köyümüzde senin bahçen, benim fındığım diye bir ayrım yoktu; köy hepimizindir, bahçelerimiz ortaktır. Dağdaki fındıklar bitinceye kadar bitmezdi bizim işimiz… Yorulmak usanmak bilmezdik. Amma köyümüzde de hiç fakir, muhtaç bulunmazdı. Uşaklar (çocuklar) “Şimdi var!” diyorlar, nasıl olur bilemedim. Allâh’ın verdiği toprakta ayrımcılık olur mu hiç? Ona da bir köşesinde yapılır bir dam (ev), verilir bir avuç toprak, ekip biçer. Köylüm açta açıkta iken ben nasıl oturur yer içerim. Yukarıda görüp duyan Allâh’ım, ne der bana!.. Hele dulların, yetimlerin âhı Arş’ı titretirmiş. Kanadı kırık kuşlar misâlidir onlar, yaralıdır. Onların ekmeği, suyu, urbası (kıyafeti) bizim boynumuzda asılıdır. Onlar Allâh’ımın, Peygamberimin emânetidir bize... Dedelerimiz değil kadınlara, çocuklara; dağda gezen kuşlara, ceylanlara bile yuvalar yapar, ekmek su götürürlermiş.
Rahmetli babam anlatırdı: Peygamber Efendimiz her gün sabah kalktığında muhakkak dulların, yetimlerin hatırını sorar, ekmeklerini götürürmüş. Şimdi ben gidip soramıyorum artık, ama ben de çocuklarıma vasiyet verdim:
“-Eğer onların hâllerini gözetmeden evlerinize girer, sofralarınıza oturursanız, sütümü haram ederim!..” dedim.
Yavrum, biz onlara bakmazsak Allah bize bakar mı? Allâh’ım çok merhametli, her şeyleri bol bol veriyor, onların haklarını da bize veriyor. Yeter ki çalışıp toplayabilsek yerden… Âhh ben artık çalışamıyorum, boşa yiyorum. Uşaklar izin vermiyor dışarı çıkmama, ama izin verseler de çalışamam artık… Allâh’a şükür, ağrım sancım yok, boğazım iyi, ama gücüm kalmadı. Eskiden öyle miydi; gün doğmadan kalkar, gün batıp karanlık çökünceye kadar hiç oturmazdım. Aynı gün yaylaya gider, işleri toplar, geri gelirdim.
Çocuklar küçükken rahmetliye, “Başımızı sokacak küçük bir ev yapalım!” dedim.
Bana kızdı:
“-Çocuklara evden önce, köye câmi gerek; mescit küçük geliyor!” dedi.
O yıl başladılar yapmaya... Gelecek güze bitti câmi... Allah râzı olsun İstanbul’dan köylülerimiz çok yardım ettiler. Köyün adamı da yaz-kış demedi; taş taşıdı, beton yaptı. Pek güzel oldu, mâşâallah, bak ezanlarımız çingir çingir okunur, çocuklarımız elif-bâ okur hatimler yapar, Ramazan’da otuz gün teravih kılındı. Rahmetli câmiyi bitirdi, bir Ramazan geçirdi, vefat etti. Nurlar içinde yatsın, arkasından bir değil, iki tane ev yaptım; amma câmi ha dediğinde yapılmıyor. Rahmetli çalışmayı pek severdi; köyün iki tarafına, iki tane çeşme yaptırdı. Yaylaya çıkan kadınlar, kızlar, davarlar susuzluk çekmesin diye... Ben taşlarını taşıdım, o kazdı. O gün bu gündür gürül gürül akar çeşmeler... Pek güzel suyumuz var, Allâh’ıma şükür… Peygamber Efendimiz de Mescid-i Nebevî’nin yapımında taş taşımış kucağında... O mübarek çalışmış, taşımış da biz mi taşımayacağız. Taşımadan, çalışmadan olmaz. Eşek ölür semeri kalır; insan ölür, eseri kalır.
İnsanoğlu yediğiyle, içtiğiyle, giydiğiyle değil; çalıştığıyla, ürettiğiyle, dağıttığıyla insandır. Ya değilse hayvandan ne farkımız olur, kızım. Bağrı yanan biri bir yudum su içer de “Allah râzı olsun!” derse, büyük sevaptır işte... Karnı aç olan birisine bir tabak yemek yedirebilirsen, cennette önüne gelir. Peygamberimiz Efendimiz:
“Cömert insan, cennete ve insanlara yakın, cehennem ateşine uzaktır. Cimri insan ise; Allâh’a, cennete ve insanlara uzak, cehennem ateşine yakındır.” buyurur. (Tirmizî, Birr, 40/1961)
İllâ vermek lâzım. Allah bize, biz çevremize… Ya değilse, Allah da bize vermez. Kurban olduğum Allâh’ım, her gün verir, her gün verir. Hiçbir karşılık istemeden yazın ayrı, kışın ayrı verir. Yeter ki toplamasını bilelim.”
* * *
Sohbetimizin sonunda Ayşe Teyzeme, artık toplama sırasının çocuklarına ve torunlarına geldiğini, ama duâsının çok makbul olup aynı hızda devam etmesi gerektiğini anlattım. Ama Ayşe Teyzem sözlü duânın yanında, fiilî duâ yapmakta ısrarcı olduğu için bizleri fındıksız, tereyağsız, sebzesiz bırakmadı.
İnfâk etmek, îsarda bulunmak, hizmetle himmet istemek, bu medeniyetin insanlarının genlerine işlemiş en kutsal vecîbedir. Doğusuyla batısıyla ümmet bu şuurla büyüyüp bu değerlerle var olup yaşamaktadır. Bunlar nesilden nesle aktarılan en kıymetli hazinelerimizdir. Yeter ki bağlarımızı koparmayalım, ziyaretlerimizi kesmeyelim, her dâim ellerini öperek duâlarını alabilelim…
Onlardan öğreneceğimiz çok şey var. İnsanoğlunun kazancı ne olabilir bunlardan başka…
YORUMLAR