Kur’ân-ı Kerîm, insana, insanı; insana Allâh’ı anlatmak için indirilmiş bir kitaptır. Bu ilâhî kitapta anlatılan kıssalar, sadece tarihte olup bitmiş birtakım hâdiselerin nakledildiği mâlumât yığını veya heyecanlı birer hikâye değildir. Aksine her bir kıssa, içinde pek çok ibret ve hikmeti barındıran, insanları uyaran, yönlendiren birer hakikat parçasıdır.
Hepinizin mâlumu olduğu üzere, Allah Teâlâ, yeryüzünde bir “halîfe” olarak insanı yaratmayı murat etmiş ve bunu meleklere bildirmişti. Onlar, kendi noksan bilgileriyle:
“Bizler, hamdinle Seni tesbih ve takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?” diye tereddüt göstermişlerdi. Bunun üzerine Rabbimiz:
“-Sizin bilemeyeceğiniz şeyleri herhalde ben bilirim!” buyurdu. (Bkz: el-Bakara, 30)
Ardından Hazret-i Âdem’i yarattı. Ona rûhundan üfler üflemez meleklerin ve cinlerin secde etmesini, onun üstünlüğünü kabul etmesini emretti. Sonra da Âdem’e varlıkların isimlerini öğretmek sûretiyle, onun ne derece üstün olduğunu meleklerine gösterdi. (Bkz: el-Bakara, 31-33)
Bu secde etme emri, varlıkları imtihan etmek içindi. İblis, bu imtihanı kaybetti. Allâh’ın secde emrini yerine getirmeyerek büyüklendi. Hâlbuki melekler, Hazret-i Âdem, kendilerinin bilmediği eşyânın isimlerini sayınca, bilgilerindeki noksanlığı itiraf etmiş ve:
“Yâ Rabbi, Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur!” diyerek acz ve tevâzûya bürünmüşlerdi. (Bkz: el-Bakara, 31-32)
Cennet ve Allâh’a yakın olmak, tevâzu ve mahviyetle olur; gurur, kibir ve nankörlükle değil!.. Kibir ve ululuk, Allah Teâlâ’ya mahsustur. Kim ki, kibirlenerek ululuk yarışına kalkarsa, Cenâb-ı Hak, onun burnunu sürter; acziyet ve zavallılığını ona gösterir. Şeytanın gururlanıp secde etmemesi sebebiyle Allah Teâlâ, İblis’i (şeytanı), rahmetinden uzaklaştırarak lânetledi.
Şeytan, kıyamet vaktine kadar yaşama izni istedi. Böylece cehennemde de olsa, Allâh’ın lânetine müstehak da olsa yaşayabilecekti. O, hiçbir zaman Allâh’ın lütuf ve rahmetine tâlip olmadı. Kendini affettirmeye meyletmedi. Aczini itiraf, hatasını telâfi etmeye çalışmadı. Aksine inkâr ve isyanına devam etti. Günahta ısrar etti.
Üstelik kendi yoldan çıkmasına sebep gördüğü Âdem -aleyhisselâm- ve evlâdına düşmanlık yapmak üzere Allah’tan izin istedi. Hazret-i Âdem, İblis’in imtihanıydı. İblis de Hazret-i Âdem ve evlatlarının imtihanı olacaktı. Rabbimiz, her şeyi sebeplerle yaratmış ve biz anlayalım diye hâdiseleri sebeplere bağlamıştı. Buna da müsaade etti. Fakat insanı, şeytanın karşısında yardımsız ve çaresiz bırakmadı. Ona kitaplar ve peygamberler göndereceğini, hakikat ve hidâyet yollarını göstereceğini bildirdi. Bu kadar nimet-i ilâhîye karşı, hâlâ şeytanın peşinden gidenleri de cehennemde toplayacağını bildirdi.
Şimdi sıra Âdem -aleyhisselâm-’ın imtihanında idi. Ona, zevcesi Hazret-i Havva’yı verdikten sonra, cennette yasak bir ağaca yaklaşmamalarını ve şeytanın pusuda kendilerine düşmanlık yapmak için beklediğini bildirdi.
Şeytan boş durmadı, ayaklarını kaydırana kadar vazgeçmedi. Nihayet Hazret-i Âdem ve Hazret-i Havva, Allâh’ın yasakladığı o ağaca yaklaştılar ve meyvesinden yediler. Bir anda üstleri başları çırılçıplak kaldı. Utandılar, örtünme ihtiyacı ile cennet yapraklarına sarıldılar. Bunun üzerine, Rabbimiz, onlara verdiği nimetleri hatırlattı. Kendilerine, şeytanın düşman kılınmış olduğunu bir kez daha belirterek, neden böyle bir hataya düştüklerini sordu.
Ancak Hazret-i Âdem, mazeretlere sığınmadı. İşlediği günahına yeni günahlar eklemedi. İsyan ve nankörlük etmedi. Boyun büktü, pişman oldu, el açtı, tevbe etti. Allah, Hazret-i Âdem ve Hazret-i Havva’nın tevbelerini kabul etti. Ancak bu hatanın da bir bedeli olmalıydı ve cennetteki nimetlerden mahrum bir şekilde, meşakkatler yurdu olan dünyaya ineceklerdi. Hem de birbirlerine düşman olarak!.. Şöyle buyruldu:
“Şeytan, onların ayaklarını kaydırıp haddi aştırdı ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı. Bunun üzerine: «Bir kısmınız, diğerine düşman olarak ininiz. Sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır.» dedik.” (el-Bakara, 36)
Birbirine düşman olarak…
Şeytan insana, insan şeytana… Eşler birbirine, çocuklar anne-babasına, anne-baba, çocuklarına… Kim hidâyet ve takvâdan uzaklaşır, şeytanlaşırsa; diğerine düşman olacak ve kan dökecekti. İşte o kan gecikmedi.
Hazret-i Âdem’in iki evlâdı, bir kurban hâdisesi sebebiyle birbirlerine düştüler. Allah Teâlâ, birisinin (Hâbil’in) takdim etmiş olduğu kurbanı kabul etti, diğerinin (Kâbil’in) kurbanını da kabul etmedi. Çünkü Hâbil, bakmakta olduğu hayvanlarının en iyisini, Allah Teâlâ’ya takdim etmek üzere hazırlamıştı. Kâbil ise, meyve ve sebzelerin en kötü ve işe yaramaz olanlarını kurban olarak sunmuştu.
Birisinin kurbanı, iyi niyet, ihlâs ve takvâ ile süslenmiş; diğeri ise, kerhen (istemeye istemeye) sunduğu bu kurbanın içine nefret, öfke, cimrilik, riyâ ve benzeri birçok kötü hasleti sığdırmıştı. Elbette Allah, takvâ sahiplerinin ihlâsla sunduğu kurbanlarını kabul edecekti. (Bkz: el-Mâide, 27)
Şeytan, iki kardeş arasına girdi. Kâbil, kurbanının kabul edilmemesine içerlemiş, kusuru kendisinde arayacağı ve hatasını düzelteceği yerde, kurbanı kabul edilmiş kardeşine karşı diş bilemeye başlamıştı. Kıskançlık, haset ve çekememezlik; içten içe onu yakıp kavuruyordu. Şeytan da bu ateşe odun taşıyor; Kâbil’i tahrik edip duruyordu. Rabbimiz, hasedin ne kadar yakıcı olduğunu göstermek için “hased edenin şerrinden kendisine sığınmamızı” öğretmişti. (Bkz: el-Felak, 5)
Kâbil, nihayet dayanamadı ve fırsatını bulduğu bir anda, içindeki volkanı birkaç kelimeye sığdırdı:
“-Andolsun, seni öldüreceğim!” (el-Mâide, 27)
Böyle bir niyet, dile geldiğinde; ya onunla aynı duygu ve düşünceleri taşımak, misliyle mukabele etmek gerekir ya da böyle kötü bir niyet ve teşebbüsten Allâh’a sığınmak… Hâbil, ikincisini seçti ve:
“«-Andolsun ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan (bile) ben sana, öldürmek için el kaldıracak değilim! Ben, âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım!» dedi.” (el-Mâide, 28)
Bu cümlelerde, “Sen Allah’tan korkmuyorsan, istediğini yap!”, “Ben elimi kardeş kanına bulamayacağım!” mânâları da gizliydi. Hâbil, kardeşini, yapacağı fiilin ebedî cezasıyla da korkutmuş, onu bu çirkin suçu işleyip helâk olmaması için uyarmıştı:
“-Ben istiyorum ki, sen, hem benim günahımı, hem de kendi günâhını yüklenip ateşe atılacaklardan olasın! Zâlimlerin cezâsı işte budur.” (el-Mâide, 29)
Ateşi, cehennemi, zulmü, zâlimliği duyan bir insanın; kalbinde azıcık Allah korkusu, âhiret inancı varsa, durup ne yaptığına bakması gerekirdi. Ama olmadı. Kâbil’in kalbindeki kendini beğenme, hased ve kıskançlık; îman ve takvâyı gölgeledi.
Kalbi, yapacağı işin kendisine kazandıracaklarını düşünmekle meşguldü. Şeytan yaptığı amelini süsleyip duruyordu. Nihayet bu menfî duygular, onu, kardeşini öldürmeye sevk etti. Bir peygamber evlâdı, şeytanın tuzağına düşüyor ve ebedî cehenneme yuvarlanıyordu. O, yeryüzünde ilk kanı döken bir katildi artık… Kıyamete kadar öldürülecek her insandan bir pay sahibi idi. Her katil, öldürürken elde ettiği günahın bir benzerini, Kabil’e gönderiyordu, kendi günahı azalmadan… İşte bu ebedî hüsran idi.
İyilik ve kötülükle birlikte yoğrulan insan; içindeki menfîliklerin peşine takıldığında şeytanın bir kuklası hâline geliyor. Hem dünyada, hem de âhirette onun müttefiki ve arkadaşı oluyor. O hâlde hayatımızın her ânında yaptığımız seçimler bizi, iki sonsuz mekâna doğru sevk ediyor. Ya sonsuz nimet ve mutluluk yolu olan Cennet ya da sonsuz azap ve pişmanlık yurdu olan Cehennem…
Rabbimiz, sonu ebedî hüsran olmaktan cümlemizi korusun. Bizi, sevdiklerine bahşettiği cennet yurdunda buluştursun. Âmin.
YORUMLAR