Atayurt Kırgızistan, maddî-mânevî açıdan, altıyla üstüyle her yönden bereketli topraklardır. Bu topraklarda yüzyıllar boyu değerli cevherler[1] yetişmiştir. Bu cevherler, gün gelip fânî bedenleriyle toprağa karışsa da eserleri, münbit bir tohum gibi, hâlâ insanlara hizmet vermeye devam etmektedir; büyük fakîh İmam Serahsî Hazretleri gibi…
Altın madeni çamura düşmekle değerini kaybeder mi? Şâir Nâmık Kemal’in dediği gibi:
“Hakir olduysa millet şânına noksan gelir sanma,
Yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kadr u kıymetten”
Orta Asya halkı da 70 yıl boyunca çamurla bulanmaya çalışılmış, değerini kaybetmesi, benliğini unutması için zorba bir idareyle sinsi plânlarla büyük bir gayret gösterilmiştir. Ancak Allâh’ın izniyle bu art niyetli hesaplar alt üst olmuş ve düşmanların maksadı hasıl olmamıştır.
Biz de Hüdâyî Vakfı olarak atalarımıza vefâ borcu duygusuyla, bu mahrumiyet yıllarında yitirilen mânevî değerleri yeniden kazandırmak niyetiyle buralardayız. Ata yurtta yatılı kursuyla, yaygın eğitimiyle hangi alanda hizmet başlatılsa, gençlerle dolup taşmakta... Bu büyük bir lûtuf. Atalar ne demiş, “Su akarken testiyi doldur!” Grup grup gençler unuttukları dîni öğrenmek için gayret ediyorlarsa, neden hizmetler daha da büyümesin dedik ve hanımlara yönelik bir dernek kurduk. Bu derneğimiz sadece yediden yetmişe değil; kreşiyle, gündüzlü kursuyla, yaygın eğitimiyle, zerafet kültür merkeziyle her yaşa hitap etsin istedik. Her bir evi, her bir gönlü gül bahçesine çevirebilmek niyetiyle de adına “Gülzâr” dedik.
Derneğimizin adı neden gül, neden gülzâr? Bir ağaç adı da olabilirdi. Meselâ bir “çınar”... Asırlarca insanları gölgesinde serinleten. “Bambu” olabilirdi. Önce sabrımızı deneyip toprak altında yıllarca kalıp sonra mûcizevî olarak bir yılda diğer ağaçları geçen… “Salkım söğüt” olabilirdi. Bahar gelince ilk açan… Ama biz çiçeklerin sultanı olan “gül”ü seçtik. Çünkü ağacın altına gidilir, gül ise çiçeklerin sultanı olduğu hâlde eşref-i mahlûkât olan insanın ayağına gelir.
Ağaç ne kadar muhteşem ve çekici olsa da evlerin içine misafir olamaz, ama gül, zerâfetiyle her eve girip misafir olur. Ağacı ne kadar seversen sev, evine girince dışarıda bırakırsın. Gül ise öyle mi? En sevdiğin gülü kesip masanın üzerine yerleştirir, her vakit onu izlersin. Hiçbir ağaç veya dal, yakaya asılmaz. Ama gül, güzellik için kulağın ardına, insanın hayatını sağlayan kalbin üzerine takılır. Ne de güzel yakışır.
Gül, kız çocuğu gibidir, kendine baktırır ve sevdirir. Gülün kurusu değerlidir, atılmaz evi güzelleştirir. Gülün suyu bile kıymetlidir. Gülün kokusu insanı mest eder. Gülün rengi her çiçeğin renginden farklıdır.
Çiçeklerin sultanı gül, Gönüller Sultanı Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i temsil eder. Peygamberimiz’i anlatırken “gül gibi kokardı” deriz. Peygamberimiz’i gönlümüzde hissetmek için gülü zerâfetle ellerimizin arasına alıp gözlerimizi kapatarak salavat getiririz. Bir anlığına zaman ve mekân yok olup gül kokulu Habîbullah ile beraber oluruz.
Maksadımız Kırgızistan’ın her bölgesine Medîne Gülü’nün kokusunu yaymak, her eve, her gönle Gül’ün güzelliğini taşımak… Kaktüslerin, Ebû Cehil karpuzlarının, zehirli sarmaşıkların sardığı gönül ve evlere girip Gül’ün rengini, kokusunu, güzelliğini yerleştirebilmek.
Bütün dünyanın gülün kokusuna, gülün rengine, gülün zerâfetine ihtiyacı var. Küresel ısınma, küresel şiddet diyerek tedbirler almaya çalışılıyor. Bunlara karşı mücadele, ancak her tarafı Gülzâr (Gül bahçesi) yapmaktan geçer.
Niyetimiz hâlis, hizmetimiz bereketli, gönüllerimiz coşkulu… Seferimiz hayrola… Âmîn.
[1] Peygamber Efendimiz’in buyurduğu gibi: “İnsanlar, madenler gibidir…” (Buhârî, Enbiyâ, 2)
YORUMLAR