TINGIRDAYAN BOŞ TENEKE

 

Peynirci Hasan Usta, boşalan peynir tenekelerini gözden geçirdi. Kimi paslanmış, kimi yamulmuştu. “Bunları ne yapsam acaba?” diye düşünürken, tenekeler arasında şöyle bir konuşma başladı:

“–Ben kolye olmak istiyorum!..”

“–Ben de taç olmak istiyorum!..”

“–Kolye de, taç da boş işler, ben bir sarayın girişinde, tavanda asılı avize olmak istiyorum.”

“–Aman canım, avize dediğini, ancak kafasını kaldıran görebilir, oysa ben övülmeye pek düşkünüm. O sebeple, bir sultanın yakasında broş olmak istiyorum.”

Usta şaşırdı. Zira daha önceki tenekelerin bu tarz konuşmalar yaptıklarına hiç şâhit olmamıştı. Onca senedir bu işi yapıyordu, yüzlerce peynir tenekesi görmüştü; ama bu senekiler bir başkaydı. Bunun adına cesâret mi, densizlik mi demeliydi, o da bilemedi. Bu zamâne tenekelerinin âdeti buydu işte!.. Her biri olmayacak bir hevesin peşine düşmüş, bu sebeple, yamukluklarını da göremez hâle gelmişlerdi. Hani, “Boş teneke, çok tıngırdar.” derler ya, boşa değil... Tam o sırada, kenarda bir yerlerde, bir başka tenekeye takıldı ustanın gözü... O da paslıydı. Onun da şekli bozulmuştu. Diğerlerine göre oldukça da eski görünüyordu.

“–Hayırdır, senin hiç sesin çıkmıyor?!” dedi. “Arkadaşların «söğüt dalına manda yuvası» yapıyor. «Ah şöyle de olsaydım, vah böyle de olsaydım!..» diye söylenip duruyorlar. De bakalım, sen ne olmak istiyorsun?”

Teneke cevap verdi:

“–Bir zamanlar, peynir doluydum. O vakit bir işe yarardım. İçimde peynir olduğu için, el üstünde tutarlardı beni. Zira insanların helâlinden lokmasını muhâfaza eden bir kaptım. Şimdi işte, gördüğün gibiyim. Yine de kaderime râzı, hâlimden memnûnum; ama «İlle de söyle!..» dersen, «helâl lokma» olmak isterdim.”

“–Çok ilginç!..” dedi Hasan Usta. “Arkadaşlarının gözü yükseklerde; ama sen, helâl bir lokma olsam yeter diyorsun.”

Teneke bu söz üzerine, yarasına tuz basılmış gibi acıyla, anlatmaya başladı:

“–Yaşım kaçtır bilmem. Bu zamana kadar karşılaştığım insanların sayısını sorsan, o kadar çok ki, hatırlamam. Şimdi sen, isteğimi pek yadırgadın ya, «helâl lokmanın kadrini bilmek» gibi yükseklik olaydı, elbet onu da isterdim. Zaten siz insanlar, lokmayı böyle küçümsemeye başladığınızdan beri bozuldunuz. Mücevhere, eşyaya, süse gösterişe düştünüz, yücelik bunlardadır sandınız. Senelerin peynircisi olmana güvenip tenekelere baktın ve hâllerini gülünç buldun; ama unutma ki, onlar bu huyu, evlerine girip çıktıkları insanlardan kaptılar.

O insanların kimi, her dâim övülmeyi ve seyredilmeyi çok arzuladıkları için, nârin kutularda saklanan, ak gerdanları süsleyen birer ziynet olmayı isterler. Sanırlar ki, böyle olunca başları göğe değecek!.. Çünkü onlar, birileri ne vakit medhetse, önce burunları, sonra da kafaları havaya dikilen tuhaf huylu kimselerdir. Bununla da kalmaz; kendilerinde «kocaman bir güç» olduğunu zannettiklerinden, işleri iyi gittiğinde «Ben yaptım!» demeyi, işler iyi gitmediğinde de birilerini suçlamayı mârifet sayarlar. Yapıları, istîdatları, karakterleri hiç müsait olmadığı hâlde, işte, meselâ kıymetli bir gerdanlık olmak isterler. Hâlbuki «Söyle usta!.. Tenekeden mücevher olsa ne çıkar?» Sahte takılar takıp zengin görünmeye çalışanlar gibi, onlar da sadece görüntüyü kurtarırlar. Hatta buna görüntüyü kurtarmak değil, riske atmak desek, daha doğru olur. Zira ehli değer vermez; lâkin bazı ahmaklar, kıymetli sanıp bunların peşine düşerler de, kendilerini günâha bile sokarlar.

Kimileri, yükseklerden bakmayı ve parlamayı çok sevdikleri için ışıltılı, kristal bir avize olmak isterler. Oysa düğmeleri birilerinin elindedir. Bilmezler ki, el değecek, ışıldayacaklar; el değecek, sönecekler. Ne yapay bir aydınlık... Oysa parlayacaksan, ay gibi parlayacaksın ki, onun bile ziyası, gece olur, gündüz kaybolur. Parlayacaksan güneş gibi parlayacaksın ki, onun da ziyası gündüz olur, gece kaybolur. Demek ki, esas pırıltı, güneşe dahî aydınlığı ve sıcaklığı bahşeden bir gücü gönlünde hissetmektir. De hele, buna hangi tenekenin gücü yeter. Sanki masa üstündeki mum, ya da tavanda asılı mütevâzi bir ampül de aydınlatmaz mı odayı? Aydınlatır elbet; ama bunların derdi ışık vermek değil, cüsseli görünmektir.

«Desinler!» derdiyle içleri yanar yanar tutuşur. Şu «Ne güzel!» desin, bu «Vayy bee, şuna bak!» diye iç geçirsin, o «kıskansın, çatlasın da patlasın!» ki, bizim heybetlünün (!) koltukları kabarıp, heybeti (!) artsın.

O da nereye kadar? Biri gelip elektrik düğmesine dokununcaya kadar elbet… Sonra bütün havası da aydınlığı gibi söner de, mâazallâh bunalıma giriverir.

Kimileri taç olmak isterler. Oysa taç, bir makamın sembolüdür ve böylesi semboller, bazı gönülleri işgal etmiş, pek geçici, fakat güçlü bir hevesten başka bir şey değildir. Kişi hangi makama gelirse gelsin, neticede toprağın dibini boylayacak, o makam da mezar taşında «silik bir yazı» olarak kalacaktır. Keşke taç derdinde olanlar, bir gün ne de ince bir hesaba çekileceklerinin farkında olsalardı da, giydikleri tâcın hakkını verselerdi. Heyhât! Bugün başında taç olmasa da birçoğu, «üstünlük» kabul edilen bazı sıfatları giyinirler ki, oturdukları koltuklar, giydikleri cübbeler, bindikleri arabalar dahî onlardan şikâyet edip durmadayken, kendilerini fasulyeden âlâ nîmet sanırlar.

Sen garipsedin; ama işte tüm bu yersiz heveslerin en önemli sebeplerinden biri, o insanların yediği lokmadır. Helâl lokma, maddî-mânevî sıhhat demektir. Zira helâl diye, «alın teriyle kazanılmış», «israf edilmeden» kullanılmış «temiz» lokmaya derler. İstediğin kadar çalış da kazan, israfa düşerek löp löp yuttuysan, helâlliğine halel getirmişsin demektir. İstediğin kadar israf etmemeye de dikkat et, mâhiyeti temiz değilse, yine problem…

Önüne her geleni yiyerek bedenine ve ruhuna zarar verene ne yazık! Vallâhi ben bile duydum Habîbullah -aleyhisselâm-’ın «İnsanoğlu, mîdesinden daha kötü bir kap doldurmamıştır.» buyurduğunu... Ben bile duydum, âhir zamanda, belânın arkasına saklanacağı ağacı…

O kadar ayan beyân, ağaç, taş, kuş haykırıyor da, yine de duymuyorsunuz. Bugün sadece haramlardan değil, şüphelilerden de sakınma, kaçma zamanıdır. Zira işte, arı, bulut, toprak, su… Neredeyse tüm mahlûkât bir gerçeği haykırıyor. Arılar can çekişiyor, tabiat dengesini arıyor. Her bir nükleer savaşın ardından, ağaçlar can havliyle, «Kuruduk, dalımız kırıldı!..» diye haykırıyor! Küçücük çocuklar şeker hastası, sinir hastası olup haykırıyorlar! Tenler egzama, vücutlar sedef, ayaklar mantar…

Evet, o zaman, işte bu zaman. Tırnaklar bile haykırıyor! Zikri bozuluyor organların... «Hayy» diyecekken, «öf pöf» edip âsî oluyor insan… Her yanda bir feryat varken ve şer bu kadar sırıtırken, karşımıza dikilip, yalancı bir perde oluyor birileri… Reklamlar, reklamlar, reklamlar… Ne acı ki, insanlar inanıyor. Hâlbuki sanal âlemlerin, perdelerin ardındaki oyunu görmek gerek artık... Bugün, haram ve şüpheli lokmalar için yapılan her türlü “reklam”, yarın şerrin ardına saklanacağı “garrat” ağacına benziyor.

Yediğin; kan, can, zikir olup dönüyorsa, bil ki, helâldir. Hastalık, gaflet ve yağ olarak dönüyorsa, ya haramdır ya da en iyi ihtimalle şüphelidir ki, şüpheliden kaçınmak, «Hakk’a teslim oldum!» diyen kişinin, yani bir müslümanın, en tabiî fiili olmalıdır. Oysa etrafa bakındığın vakit, bizim tenekeler gibi, insanları da bu hususta kısım kısım ayrılmış bulursun.

Kimileri, bir tekerleme misali şunu söyler durur: «Haram, helâl ver Allâh’ım, senin kulun yer Allâh’ım!..» Allah bu zümreye katından rahmet lutfede!.. Dileyelim de daha fazla geç olmadan akılları kalplerine gele…

Kimileri, helâlle haramın farkına varmışlardır; ama bunlara da şüphelilerden kaçınmak pek zor gelir. «Ama tadı çok güzel!», «Ama canım çok istiyor!», «Ama çok alıştım, onsuz duramam!..” tipi îtirazlar, genellikle bu kesimden yükselir. Bunlar şaraba değil, lâkin, nefislerinin arzusuna râm olmuş gibidirler. Zarar verdiğini bildikleri hâlde, bazı yiyecek ve içeceklerden geçemezler. Bunların durumu, bir adamınkine benzer ki o, halîm selîm, iyi huylu ve pek güzel bir kıza ilân-ı aşk eder, güzel sözlerle serenat yapar, ümit verir; lâkin gidip, mahallenin en aksi, fitnebaz ve çirkin kızıyla evlenir. De ki, bu hiç olacak iş midir?

Üstelik bu kişi, bir de, yediği şüpheli lokmaların verdiği hastalığı, Allâh’ın kendisine olan sevgisine bağlar ki, bilmem ne demeli!.. Deyin hele, hayırlıya ümit vermiş, onunla gönül eğlendirmiş, sonra da gidip hayırsızla evlenmiş kişiye, Allah, «çileyi», sevdiği için mi lutfeder, yoksa, o kandırılan kimsenin «âh»ından ötürü mü? İnsaf etmeli de, böyleleri, hiç değilse şunu demeli:

«–Ben, sünnete uygun yaşamadım, şüphelilerden hakkıyla kaçınmadım, az yemedim, temiz de yemedim, üstelik yerken doğru düzgün çiğnemeye bile üşenip, neredeyse bütün bütün yuttum. “Seni çok seviyorum!” diye inleyip durdum; ama Rasûlullah’ın tavsiye ve emirlerine göre değil, nefsimin arzularına göre yedim, içtim. En netice, bunun bedelini ödemekteyim.»

Zira eğer Allah, sevdiği için hastalık veriyor olsaydı, tansiyonu, şekeri, ülseri, önce Habîbi’ne verirdi. Hâlbuki O yüce Peygamberin hayatında, sıkıntı, çile, dert var; imtihanın, acının her türlüsü var; lâkin «hastalık» yok!..

Bugün, hastalık diye bilinen durumlar, şu zâviyeden rahmettir: Umulur ki, çekilen ağrı, sancı, yangı ne varsa, kişinin nefsine uyarak yaşamayı seçtiği anların bir kefâreti olur. Hâsılı, sünnete uygun yaşayarak insan, kendisinin koruyucu hekimliğini yapar. Üzerine düşeni yerine getirdikten, tedbirini güzelce aldıktan sonra, yine de bir hastalıkla imtihan ediliyorsa, işte o vakit, durum başka… O vakit, öyle kimsenin elleri de, ayakları da öpülse, az gelir.

Şimdi söyle usta, Hazret-i Eyyûb’a benzedin de mi hastalandın? Kimbilir belki de sen, bedeni de, rûhu da nûr Mûsâ Efendi’ye benzedin de, hastalıkla Hak katında makâmın yükseliyor. Eğer böyle nefs-i sâfiyelerden isen, seninkine zaten hastalık denmez. Onun adına «âşık çilesi-mâşuk cilvesi» denir.

Âh, usta âh, adamlar gördüm, o kadar oburdular ki, onların lokmayı yutuşlarını gören diğer lokmalar tabaktan kaçmak istediler; ama kaçamadılar. Bu adamlar, koca bir göbek büyütmekten hiç utanmadıkları gibi, hanımlarına şöyle tembihlediler:

«–Sakın kilo alma haa! Yoksa seni beğenmem!»

Hani, «Dinimi bana öğreten, bari müselman olsa!..» demiş ya biri, bu da o hesap...

A mübârek, madem o kadar biliyorsun, sen ne diye ağırlaştıkça ağırlaşıyorsun. Obur olmamak, sadece kadınlara ait bir mes’uliyet mi? Hem, sen hanımını beğenmezsin de, hanımın senin «kocaman göbekli» hâline bayılır mı sanırsın? O da karşısında, tığ gibi bir delikanlı görmek ister elbet, o kadar zevk onda yok mu? Ama işte, lokmaların bozukluğu sebebiyle, akıl baştan öyle gider, görüş o kadar daralır, bencillik öyle çoğalır ki, kendini «filinta» sanan bazı adamlar, hanımını fütursuzca rencide eder. Seyri bile acı…

Helâl lokma, ihtiyacı olanla bölüşülendir, bencilce tek bir mideye gönderilen değil… «Komşusu açken tok yatan bizden değildir.» buyurmuşsa Habîbullâh, bencilce tükettiğiniz her lokma, size haram olmalıdır.”

Ustanın şaşkınlığı, konuşma devam ettikçe çoğaldı.

“–Hayret!..” dedi, “Biri çıksa da, paslı bir tenekeden böyle sözler işiteceğimi söylese, aklını yediğini düşünürdüm. Oysa durmuş, kaç dakikadır, seni dinliyorum.”

Teneke:

“–Evet…” dedi. “Allah dilerse beşerden, dilerse hacerden söylermiş. Neden tenekeden de söylemesin? Mâdem o kadar dinledin, şu sözlerime de kulak ver de susayım:

Nahîf bedenlileri ve az yiyenleri övgüyle anan bir Peygamberin ümmetiyiz. Ne garip ki, bazı kimseler, az yemek sûretiyle hadîs-i şerîfe uymaya; kendisini bu şekilde maddî ve mânevî hastalıklardan korumaya çalışanları, «nefsine zulmetmekle» suçluyorlar. Hâlbuki zulüm, ziyânı görmemektir. Zulüm, şerri dost edinmektir. Zulüm, fazla yem vermek sûretiyle eşeği çatlatmaktır.

Sâhi be Hasan Usta, bilir misin, benim nefsim, yemi fazla gelen bir eşekçiğe benzer. Ne vakit çok yedirsem, yük taşımaktan çabucak yorulur, inadı tutar, edepsizce anırır. Yemini azalttığım ve bir süre kestiğim vakit, mübârek, kuzu gibi olur. Kerata, öyle de kabarmaya müsait ki, bazen, o kuzu hâliyle övünmeye başlayacak olur da, tekrar yem veririm ona...

Üstelik ben sadece paslı bir tenekeyim. De ki, benim nefsimden ne olur? İnsanlar içimi öyle çabuk boşalttı ki, şaşırdım kaldım. Gördüm, önceleri gece-gündüz tefekkür ve Kur’ân vardı, şimdilerde gece-gündüz ha babam, ye babam… De ki bana, gece gündüz sadece yemenin nesi helâl? Neredeyse biricik endişesi, «Sabah ne yesem, öğlen ne yesem, akşam ne yesem?» olmuş bir kişinin, nesi teslim? «Yemezsek ölürüz!..» korkusunun neresi hak?!

Heyhât! Peynir gemisi lafla yürümez. Peynir tenekesi hiç yürümez. Dediklerim, alırsan sende kalır, almazsan bile elbet yere düşmez. Her bir söze ek olarak, şunu da deyip ayrılalım:

Lokma helâldir, aşk ile ikram edildiğinde… Derde devâdır, himmet ile çiğnenildiğinde…

Hadi çok tıngırdadım, hakkını helâl et de, gidip kafanı dinle…”

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle