“…Mü’minler, Allâh’a güvenip dayansınlar!”
(İbrâhim, 11)
Tevekkül; “dayanma, vekil tutma ve vekile güvenme” demektir. Yani, gönlü Cenâb-ı Hakk’ın muhabbeti ile dolu olan kimsenin yalnız Allâh’a güvenmesi ve O’na sığınmasıdır.
Tevekkül, tedbir ve teşebbüsleri bir kenara atmak değil, bilakis onlara dayandıktan sonra Allâh’ın kudret tecellîsine sığınmaktır. İmam Gazâlî -kuddise sirruh- “Kimyâ-yı Saâdet” kitabında buyurur ki:
“Çok kimse tevekkülü, her işi oluruna bırakıp, kendi iradesiyle bir şey yapmamak, para kazanmak için uğraşmamak, tasarruf yapmamak, yılandan, akrepten, aslandan sakınmamak, hasta olunca ilâç içmemek, dîni, şerîatı öğrenmemek, din düşmanlarından sakınmamak sanır. Tevekkülü böyle düşünmek yanlıştır. Şeriata uygun değildir. Şeriata uygun olmayan şeyler, nasıl tevekkül olabilir?”
* * *
Allah dostlarından Zünnûn-i Mısrî’ye tevekkülün târifini sorduklarında:
“Tevekkül, nefsi kulluğun içine atmak ve onu bir şeyin sahibi olduğu iddiasından çıkarıp kurtarmaktır.” demiştir.
Bir insan, kendisine düşen vazifeleri hakkıyla yerine getirir, kul olarak elinden gelen tedbiri alır ve işinin sonunu Allâh’a havale ederse, Allah da o kuluna ihsan ve ikrâmını gönderir. Nitekim Rabbimiz, Talak Sûresi’nde şöyle buyurur:
“…Bir kimse Allah Teâlâ’ya tevekkül ederse, Allah Teâlâ ona kâfidir.” (et-Talâk, 3)
* * *
İbrahim Havvas Hazretleri tevekkül konusunda çok titiz bir kimseydi. Buna rağmen yanından iğneyi, ipliği, su kabını ve makası hiç eksik etmezdi.
“-Hem sık sık tevekkülden bahsediyorsun, hem de bunları niçin yanında bulunduruyorsun.” diyenlere cevâben:
“-Çünkü bu kadarı tevekkülü bozmaz.” derdi.
İnsanın, başına gelebilecek birtakım şeyler için tedbirli olması şarttır. Ama her türlü ihtimali düşünerek her şeye karşı tedbirli olmak da imkânsız ve hayatın akışına zıddır. Bu hususta ifrat ve tefritten uzak, Sünnete uygun, orta bir yol takip etmek gerekir.
* * *
Sehl bin Abdullah Tüsterî demiştir ki:
“Tevekkül makamının evveli, kulun Allah Teâlâ’nın önünde gassâl elindeki ölü gibi olmasıdır. Ölüyü yıkayan, onu istediği tarafa çevirir; ölünün ona karşı hiçbir hareketi ve müdahalesi olmaz. İnsanın başına gelen hadiseleri itirazsız kabul etmesi ve boyun eğmesi gerekmektedir. Çünkü takdir, Allah Teâlâ’nındır. Teslîmiyet, muhabbete dayalı bir itaat; tevekkül, teslimiyete dayalı bir kalp işidir.”
Gerçekten insanın tedbirlere başvurduktan sonra Allâh’ın takdirine boyun eğmesi, onu gönül huzuruyla kabul etmesi; kolay bir hâl değildir. Kader, bazen insanın iradesine ters bir şekilde tecellî ediverir. Bu hâlde bile insanın Allâh’ın takdirine boyun eğmesi, başına gelen musîbet ve felâketlere sabretmesi ve hâlinden şikâyet etmemesi gerekir ki, bu sıradan insanların tahammül edebileceği bir makam değildir.
* * *
Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ-’nın bildirdiğine göre, Rasûlullâh Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- evinden her çıktığında muhakkak yüzünü semâya çevirir ve şöyle duâ ederdi:
“Bismillâh! Allâh’a tevekkül ettim. Allâh’ım! Dalâlete düşmekten ve başkaları tarafından dalâlete sürüklenmekten, kaymaktan ve kaydırılmaktan, haksızlık yapmaktan ve haksızlığa uğramaktan, câhilce davranmaktan ve câhillerin davranışlarına muhatap olmaktan Sana sığınırım.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 102-103/5094; Tirmizî, Deavât, 35)
Rûhu’l-Beyân’da geçen şu kıssa ne kadar da ibretlidir:
Bâyezîd-i Bistâmî -kuddise sirruh- Hazretleri bir vakit, bir grup talebesi ile oturmuş tevekkül konusunda sohbet ediyorlardı. Talebelerinden bazıları tevekkül üzere olma hâlini, kendi nefislerinde yaşamayı arzu ettiler. Yanlarına yiyecek bir şey almadan, Allâh’a tevekkül ederek uzlete çekildiler.
Kendilerini tamamen ibadet ve tâate verdiler. Aradan bir müddet geçince, aç kalma korkusu, zihinlerini ve gönüllerini meşgul etmeye başladı. Günler gelip geçiyor, fakat onlara hiçbir yerden ne bir yardım, ne de bir erzak geliyordu. Bedenen zayıfladılar, güçsüz ve tâkatsiz kaldılar. Duyguları, fikirleri değişti. Bu duruma nasıl sabredeceklerdi? Bu hâle nasıl dayanacaklardı? Neticede nasıl bir tablo ile karşılaşacaklardı? Sonra düşünüp taşındılar ve Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nden bir talepte bulundular:
“-Efendim, eğer izin verirseniz, rızık aramaya gidelim.” dediler.
Bâyezîd-i Bistâmî -kuddise sirruh- onlara:
“-Eğer rızkınızın nerede olduğunu biliyorsanız gidin ve isteyin.” dedi.
Bu cevap karşısında firâset ve basîretle hareket eden talebeleri, kendilerine şöyle bir yol buldular:
“-O hâlde Allâh’a duâ edelim de bu ihtiyaç ve sıkıntı hâlini bizden gidersin.” dediler.
Bâyezîd Bistâmî, bu sefer onların sabrını denercesine:
“-Eğer O’nun sizi unuttuğunu düşünüyorsanız, duâ edin.” dedi.
Bunun üzerine talebeleri kendi kendilerine:
“-O hâlde tevekkül üzere oturalım ve bekleyelim, konuşmayalım.” dediler.
Bu sefer hocaları:
“-Allâh’ı denemeye kalkmayın.” dedi.
Talebeler çaresiz kalıp ne yapacaklarını bilemediler ve hocalarına:
“-Efendim, o hâlde çâre nedir, ne yapalım?” dediler.
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, talebelerinin gönül ufkunu açan şu ibretli cevabı verdi:
“-Çâre, çâreyi terk etmektir.” dedi. Yani çözüm, kendi tercihini, isteğini terk etmektir, takdir neyse ona boyun eğmektir.
Peygamber Efendimizin şu hadîs-i şerîfi de bu durumu ne kadar güzel özetlemektedir:
“Eğer siz Allâh’a gereği gibi güvenseydiniz, (Allah), kuşları doyurduğu gibi sizi de rızıklandırırdı. Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları hâlde akşam doymuş olarak dönerler.” (Tirmizî, Zühd, 33; ayrıca bk. İbni Mâce, Zühd, 14)
* * *
Rabbimiz, cümlemizi tevekkül ve teslimiyet ehli kullarından kılsın. Bu niyazla, Rasûl-i Kibriyâ Efendimizin bizlere öğrettiği şu duâ ile, O’nun yüce dîvânına yüz sürelim:
“Allâh’ım! Kendimi Sana teslim ettim. Yüzümü Sana çevirdim. İşimi Sana ısmarladım, işimde Sana güvendim. (Rızânı) isteyerek, (azâbından) korkarak sırtımı Sana dayadım, Sana sığındım. Sana karşı yine Senden başka sığınak yoktur. İndirdiğin kitaba ve gönderdiğin peygambere inandım.” (Buhârî, Vudû 75, Deavât 6, 9; Müslim, Zikir, 56-58. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb
YORUMLAR