“Ölüm gelmeden önce tevbe etmekte acele ediniz….” (Münâvî, Feyzü’l-kadîr, V, 65)
Cenâb-ı Hak, insanoğlunu doğuştan hayra daha fazla meyilli olarak halketmiştir. Ancak, doğduğu andan itibaren yakın ve uzak çevresi, onun şekillenmesine tesir eder. Evlatlar, temiz fıtratlarıyla anne-babaya teslim edilen ilâhî emânetlerdir. Bu hakikat, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyân edilmiştir:
“(Ey Rasûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dîne, Allâh insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir! Allâh’ın yaratışında değişme yoktur! İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (er-Rûm, 30)
Ebeveynin, böyle temiz bir fıtratla yaratılıp kendisine emânet edilen yavrularını, hayır-hasenat ile tezyin etmeleri zaruridir. Onlar, ellerine teslim edilmiş bu ilâhî emânetleri, iyilik ve güzelliklerle bezeyebilecekleri gibi günah ve kötülüklere de alıştırabilirler. Bu hakikati Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle ifade buyurmuşlardır:
“Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzere (temiz ve günahsız olarak, tevhîde meyilli bir şekilde) doğar. Daha sonra ana-babası onu (inançlarına göre) ya hristiyan, ya yahûdî ya da mecûsî... yapar.” (Müslim, Kader, 22; Buhârî, Cenâiz, 92)
Her insanın iç âleminde müsbet ve menfî temâyüller bir arada bulunmaktayken, insanın doğuşta hayra daha fazla meyilli olması çok hikmetlidir. Bu özellik, öncelikle Allah Teâlâ’nın rahmetinin gazabını geçmesinin kulları üzerindeki bir tecellîsidir. Diğer taraftan yine bu hadîs-i şerîf, hâricî şartların ve toplumun, çocukluk çağındaki insanlara ne kadar çok tesir ettiğini göstermektedir. Öyle ki, o ilk çocukluk yıllarındaki sâfiyet, berraklık ve temizlik dikkatle korunmadığı takdirde zamanla kirlenmeye ve yok olmaya başlar.
Bu sebeple çocuğun eğitimi öncelikle anne kucağında başlar. Annenin ağzından çıkan her kelime, çocuğun şahsiyetine konulan bir tuğla mesabesindedir. Anne yüreği, çocuğun eğitim gördüğü bir sınıftır. Bir Arap atasözünde dendiği gibi, “el-Ümmü medresetün: Anne bir mekteptir.” Şefkatin en büyük menbaı, analardır. Ana terbiyesinden mahrum çocukların terbiyesi güçleşir. Yüksek karakterli kişiler daha çok, sâlihâ annelerin yetiştirdiği evlatlardır.
Böyle sâlih ebeveynin terbiyesinde büyüyen çocukların ilk öğrendikleri davranışlar, tekrar ede ede alışkanlıklar hâline dönüşür. Ama kötü bir âile veya toplum içinde büyüyen çocuklarda da kötü alışkanlıklar yeşermeye başlar. Sonuç olarak bu alışkanlıklar, insanı belli bir kalıba sokar ve artık insan, tekrar edegeldiği bu alışkanlıkların esâreti altında yaşamaya başlar.
Mevlânâ Hazretleri, mânevî dünyadan uzaklaşarak süflî arzularla dolan kimselerin hâlini bir hikâye tarzında şöyle tasvir etmektedir:
“Tatlı sözlü, fakat sert huylu adamın biri yol üstüne dikenli çalı dikmişti. Yoldan geçenler onu ayıpladılar;
“–Bunları sök at.” dediler.
Fakat o ihmal etti ve onu sökmedi. O dikenli çalı, her an biraz daha büyüyor, çoğalıyordu. Halkın ayağı, diken yarası ile kanlara bulanıyordu. Geçenlerin elbisesi dikenlerden yırtılıyor, yalın ayak gezen yoksulların ayakları paramparça oluyordu. Bir Hak dostu o adama;
“–Bunları sökmelisin!” diye emir verince, o:
“–Evet, sökerim.” dedi. Fakat “Yarın, öbür gün sökerim!” diye ihmal etti… Bu müddet içinde de diktiği dikenler kökleşti, kuvvetlendi. Yine Hak dostu olan kişi ona:
“–Ey vaadini yerine getirmeyen, sözünde durmayan kişi!.. Beri gel, söz verdin, sürüncemede bırakma! Vazifeni yerine getir, artık daha fazla ihmal etme!.. (Helâke yaklaşıyorsun!..)” dedi
Çalıyı diken adam:
“–Merak etmeyin, sökerim.” dedi.
O Hak dostu:
“–Çabuk ol, işi savsaklama, vaadini yerine getir!” diye nasihat etti. “Sen yarın bu işi görürüm diyorsun ama, şunu iyi bil ki, gün geçip gittikçe o dikenler daha çok artıyor, kuvvetleniyor. Onu sökecek olan sen de ihtiyarlıyorsun, güçten kuvvetten düşüyorsun. Şunu bil ki, diken güçlenmede, boy atmada; diken sökecek kişi olan sen ise ihtiyarlamaktasın; gücün kuvvetin de devamlı eksilmede... Çabuk ol, vaktini boşa geçirme... Kendi helâkini hazırlama!...”
Hikâyede mecâzî olarak ifade edilen dikenler, insandaki benlik, bütün nimetleri kendinde toplama hırsı, israf çılgınlığı ve her çeşit günah ve kötü alışkanlıklardır. Bu günahlar, farkında olmadan insanın rûhânî hayatını zedeleyerek onda merhametsizlik, duygusuzluk, Allah’ın mahlûkâtına hizmetten uzak kalmak ve kendini beğenme (ucub) gibi menfî hâllere sevk eder. Bu ise, insanın kalbinin mânen ölüm hastalığına yakalanması demektir. Kalbin günah dikenlerinden kurtuluş yolunun ancak takvâ ile olduğunu şu misal ne güzel ifade eder:
Hazret-i Ömer, bir gün Übey bin Kâ’b -radıyallâhu anh-’a takvânın ne olduğunu sormuştu. Übey -radıyallâhu anh- ona:
“–Sen hiç dikenli bir yolda yürüdün mü ey Ömer?” dedi.
Hazret-i Ömer:
“–Evet, yürüdüm.” karşılığını verince bu sefer:
“–Peki, ne yaptın?” diye sordu.
Hazret-i Ömer de:
“–Elbisemi topladım ve dikenlerin bana zarar vermemesi için bütün gücümü sarf ettim.” cevâbını verdi.
Bunun üzerine Übey bin Kâ’b şöyle dedi:
“–İşte takvâ budur.” (İbn-i Kesîr, Tefsîr, I, 42)
Takvâ, insanın kendi fânîliğini unutmamasıdır. Zira ham nefsin mayasında fânîliğe isyan vardır. O nefis, sonsuzluğun seyyâhı olmak ister. Dünyadaki fânî hayatın kabına sığamaz. Ebedîliğin hasretiyle fânilikten kaçış hâlindedir. Bu yüzden fânîliği hatırlatan ölüm, nefsin gözünde korkunç hâle gelir. Aklın ve kalbin icabı ise, kuru bir ölüm korkusu yerine, nefsânî arzuları bertaraf edip amel-i sâlihlerde bulunarak ölümü güzelleştirmektir.
Kelâm-ı kibârda buyrulur:
“–Dünyadan ebedîlik isteme, kendinde yok ki, sana versin!..”
Hazret-i Ömer de, dünyanın gerçek yüzünü ifade eden ve bu fânî dünyada hür yaşamanın yolunu gösteren hikmetli kelâmlarında:
“–Dünyaya az meylet ki, nefsinin esaretinden kurtulup hür yaşayasın!..” buyurmaktadır.
Hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, günahlar, cennet yasaklarıdır. İnsan bu hatalarını artırdıkça, cennete girme imkânı da daralmış olmaktadır. Bu yüzden hatalardan vazgeçilecek, yeni ve güzel amel-i sâlihler edinilecek mevsim, gençlik devridir. Zira gençlikte Allah’a yaklaşmak, hem daha kolay, hem de daha bereketlidir. Fakat bu hususta da aceleci olmak ve hayırlı niyet ve amelleri tehir etmemek gerekmektedir. Çünkü ömür kısa, vakit ise hızla tükenmektedir. Nitekim:
“«Yarın» diyenler helâk oldu!..” buyrularak nefsin en büyük tuzaklarından biri olan erteleme ve ihmal etmeye dikkat çekilmiştir.
İnsanın ölümü sık sık ve derin olarak tefekkür etmesi de, tevbenin kıvamını arttırır.
İmam-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:
“–Ölmek felâket değildir, asıl felâket öldükten sonra başa gelecekleri bilmemektir.”
Hazret-i Ali -kerremallâhu vecheh- de:
“–Dünya arkasını dönmüş gidiyor, âhiret ise yönelmiş geliyor. Bunlardan her ikisinin de kendine has evlatları var. Sizler âhiretin evlatları olun. Sakın dünyanın evlatları olmayın. Zira bugün amel var hesap yok, yarın ise hesap var amel yok.” buyurmaktadır.
İnsanın kötü alışkanlıklar edinmesinde, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, çevresinin çok büyük bir rolü vardır. Zira insanlar, bulundukları ortama göre şekil alırlar. Kötü çevrenin tesiriyle başlangıçta tedirgin bir şekilde ilk hatalarını işleyen insanlar, bu konuda bir ikaz veya mânî ile karşılaşmadıkları müddetçe, işlediği günahlar kulağa hoş gelen bir mûsikî gibi onları gaflete dûçar ederek mânevî dünyalarını hüsrana uğratır.
Bu yüzden insanlar; sahip oldukları akıl, irâde ve gönül dünyalarının rûhânî ahengi içinde menfî ortamlardan uzaklaşmazlarsa, kalbler, yavaş yavaş o ortamın rengine boyanmaya başlar. Bu hususta Gazâlî Hazretleri:
“–Gâfillerle zihnî yakınlık, zaman içinde kalbî ünsiyete döner. Bu da kişinin helâkine sebep olur.” buyurmaktadır.
İnsan kelimesinin kökü, ünsiyet ile alâkalıdır. Bu sebeple insanoğlunun kalbî hayatı da içinde bulunduğu toplumun seviyesine göre, ya rûhâniyete mazhar olur veya harâbe hâline döner.
Netice olarak kurtuluş yolu samimi ve amel-i sâlihlerle takviye edilen bir istiğfardan geçer. Lâyıkıyla tevbe edebilmek, ancak kalbin seviyesine bağlıdır. Zîra Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Günah işlemekten vazgeçmek, tevbe ile uğraşmaktan daha kolaydır.” buyurmuştur.
Ezcümle tevbede dikkat edilecek hususlar da şunlardır:
İlk olarak yapılan hataların farkına varılmalıdır. Zira nefis ve şeytan, insana yaptıklarını süslü ve güzel gösterir. Bir kötülük baştan kerih gelse bile, tekrar ede ede basitleşir ve insana normal gelmeye başlar. Bu yüzden öncelikle yapılacak şey, iyi ile kötünün farkına varmaktır.
Bu hususta insanın, bizzat hatanın küçük veya büyük olmasından ziyâde kime karşı yapıldığına dikkat etmesi gerekir. Kendisine sayısız nimetler veren Rabbine karşı unutkanlık, isyan ve nankörlükte bulunmak, elbette hataların en büyüğüdür. Öyleyse küçük-büyük farkında önce, kendisini her ân gözeten, her türlü ihtiyacını karşılayan Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluk ve itaatteki durumumuz daha ehemmiyetlidir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir müminin günah karşısındaki sıkıntısını şöyle ifade buyurur:
“Mü’min, günâhını şöyle görür: O, sanki üzerine her an düşme tehlikesi olan bir dağın dibinde oturmaktadır. «Dağ üzerine düşer mi?» diye korkar durur. Fâcir (günahkâr) ise, günahı burnunun üzerinden geçen bir sinek gibi görür.” (Buharî, Deavât 4; Müslim 3)
İkinci olarak, hatalardan dolayı pişmanlık duyulmalıdır. Sadece dil ile tevbe etmek veya pişman olmak yeterli olmaz. Samimî ve bir daha yapmamak üzere derin bir pişmanlıkla tevbe edilmesi gerekmektedir. Zira âyet-i kerimede buyrulur:
“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlâdı, ne de evlâdın babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın vaadi hakikattir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın!” (Lokman, 33)
Eğer yapılan hatalar, insanlara zulüm şeklinde ise, hak sahibinden helâllik dilemek ve hakkını iâde etmek gerekir.
Ayrıca Allâh nazarında tevbekâr sayılmak için, tevbe ederken Allâh’ın rızâsı dışında, mal ve sıhhat endişesi gibi dünyevî bir gâye güdülmemelidir. Sadece insanların dedikodusu ve ayıplamasından sakınarak, günah işlemeyi terk etmek; netice itibariyle hayır ise de, Allâh’ın rızâsını kazandırmaya yetmeyebilir.
Üçüncü husus, kendisini kötü yola sevkeden çevre veya arkadaşların değiştirilmesi, yeni ve daha güzel bir çevreye müracaat edilmesi gerekir. Güzel, temiz ve mutlu bir hayatı kucaklayıp ömür boyu bahtiyar yaşamanın ilk şartı, sâlih ve sâdık kimselerle bir arada olmaktır. Zira âyet-i kerîmede:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119) buyrulmuştur.
İnsanların sâlih ve sâdıklarla beraber olması ve dolayısıyla sâdık ve sâlih oluşu; kıyamet gününde de fayda verecektir. Nitekim diğer bir âyet-i kerimede de:
“O gün sâdıkların sıdkının fayda göreceği bir gündür...” (el-Mâide, 119) buyrulmaktadır
İmam-ı Şâfiî de bu hususta şöyle buyurur:
“–Kendini Hak ile meşgul etmezsen, bâtıl seni işgal eder.”
Dördüncü husus, yapılan hata ve günâha geri dönmeyi, ateşe atılacakmış gibi çirkin ve iğrenç görmek gerekir. Bir daha o günaha kaydırabilecek vasıtalara bile yaklaşmamalıdır.
Tevbe, ya küfürden ya da günahtan olur. Küfürden tevbe edip iman edenin tevbesi, kesinlikle makbuldür. Günahtan tevbe edenin tevbesi ise, samimiyet ve pişmanlıkla yapıldığı takdirde makbuldür. Bunun şartı da, kulun tekrar o günâha dönmemesidir. Zâten,“Günâhtan tevbe, nedâmet ve istiğfardan ibârettir.” (Ahmed bin Hanbel, VI, 264) hadîs-i şerîfi de, tekrar günaha düşürmeyecek bir tevbeye işâret etmektedir.
Enes İbni Mâlik -radıyallâhu anh-’den rivâyet edildiğine göre Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Üç özellik vardır; bunlar kimde bulunursa o, imanın tadını alır: Allâh ve Rasûlünü, (bu ikisinden başka) herkesten fazla sevmek. Sevdiğini Allah için sevmek. Allâh kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek...” (Buhârî, Îmân 9, 14; Müslim, Îmân 67. Ayrıca bk. Tirmizî, Îmân 10)
Yahya bin Muaz buyurur:
“–Günahları terk etmeden, Allah’tan af ve mağfiret istemek, yalancıların istiğfarıdır.”
Tevbe ve istiğfarda bulunmak için illâ günah işlemiş olmak gerekmez. Nitekim Peygamber Efendimiz:
“Ey insanlar!.. Rabbinize tevbe edin. Allâh’a yemin ederim ki, ben Rabbim Tebârek ve Teâlâ Hazretlerine günde yüz kere tevbe ederim.” (Müslim, Zikr, 42) buyurmuşlardır.
Kendisi bu şekilde Cenâb-ı Hakk’a ilticâ eden Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, insanın hataya karşı zaafını ve bunun reçetesini de şöyle hülâsâ etmiştir:
“İnsanoğlunun her biri hata işler. Ancak hata işleyenlerin en hayırlısı tevbekâr olanlarıdır.” (Tirmîzî, Kıyâme, 50; İbn-i Mâce, Zühd, 30)
Bu itibarla bâzen bir günah, affı için bin gözyaşı ister; bâzen de bir damla yaş, bin günahı temizler.
Son olarak, Allâh Teâlâ’nın tevbe kapısının herkese, her an ve her günah için açık olduğunu unutmamalıdır. Lâkin tevbenin şartlarına da dikkat edebilmelidir.
Nitekim âyet-i kerimede, hem Allâh’ın rahmetinin genişliğine dikkat çekilmiş, hem de bir an önce Allâh Teâlâ’ya dönülmesi istenmiştir:
“Ey kendilerinin aleyhinde çalışarak haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar.”
“Size azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün, O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez.” (ez-Zümer, 53-54)
Tevbe ve istiğfar için, Allah’ın rahmetinin coştuğu vakitler olan seherleri ganimet bilmelidir. Gece ve gündüz, her fırsatta tevbe etme imkânı varken, özellikle seher vaktinde tevbe ve istiğfar etmenin ayrı bir ehemmiyeti vardır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“O muttakîler, geceleri pek az uyurlar, seher vakitlerinde de istiğfâra devâm ederlerdi.” (ez-Zâriyât, 17-18)
Hülâsâ tevbenin seviye kazanabilmesi için şu hususları da nazara almak îcâb eder:
Tevbe edenin kalbinden çıkan ilk söz, “acziyet”in itirafı olmalıdır. İçimizdeki sefil “ben”likten bir zerre bile kalmış ise, tevbe ve duâ gayesine varamamış demektir. Tevbede dilenilen, ilâhî rahmet ve berekettir. Tevbede isteriz ki, sonsuz bir kudret sahibi olan Hak Teâlâ bize acısın ve üzerimize lutfunu yağdırsın!.. Şunu iyi bilmek îcâb eder ki, büyük ruhlar, yani Peygamberler ve Hak dostları, dâimâ istiğfar ve duâ hâlinde yaşayanlardır.
Ya Rabbî! Aşk, vecd ve samîmî gözyaşlarıyla ilâhî rahmet ve mağfiretinden nasîb alabilmemizi lutfeyle!.. İlâhî rızâna nâiliyet ümidiyle, yarattıklarına merhameti, gönüllerimizin tükenmez hazinesi kıl!.. Âmin.
YORUMLAR